“İkimiz de birbirimize yalan söylüyoruz,” diye düşündü, kalbine kocaman bir iğne batıyor gibiydi. “Ve ikimiz de buna nasıl son vereceğimizi bilmiyoruz.” Notu tahta masanın üzerine koydu ve kapıyı sessizce kapattı.
Ama benim gibi insanların zayıf yanının da her şeyi fark etmek olduğunu söylüyorum. Fazla bilmek mutsuzluk getiriyor. “Ne mutlu, cehaletin koruyucu rahmi içinde bir cenin gibi büzülüp yatanlara.” diyorum.
Çünkü insan hiçbir umut beslemediği zaman durumu kabullenebiliyor ama kapkara bulutlar arasından iğne ucu kadar kendini gösteren bir güneş ışını belirince bütün dünyası o ışığa bağlı oluyor. Ben de umutlanmıştım ve bu bana iyi gelmemişti.
“Benim babam sadece bilime inanır; romanlara da birilerinin kafasından çıkmış uydurmalar gözüyle bakar, hiç okumaz.”
Güldüm, babası gibi çok insan tanıdığımı söyledim ama fena hâlde yanılıyorlardı. Bilim edebiyata yetişemezdi, hiçbir zaman yetişememişti ki zâten. “Bakın” diye devam ettim, “size kanıtlayayım söylediklerimi: Yunan trajedilerini biliyorsunuz değil mi? Milattan önce yazılmış oyunlar ama hâlâ geçerli. Bugün bile Oidipus kompleksi falan diyoruz. Peki, onlar yazıldığı zaman bilim neredeydi? Dünyanın düz olduğuna inanılan, mikropların bilinmediği, ilkel bir emekleme çağında değil miydi? O zaman hangisi gerçek? Bugüne ışık tutan, ölmeyen ve hiç ölmeyecek olan hikâyeler mi, yoksa ilkel bilim mi?”