Aptallıkların en büyüğü, sağlığını feda etmektir, her ne için olursa olsun: İş için, eğitim için, şöhret için, terfi için, şehvet ve anlık zevkler için. Tersine: Ne var ne yoksa, her zaman sağlığın ardından gelmelidir.
Eğer Dilsitan'ın insan davranışlarına ve gerçek hayata dair biraz bilgisi olsaydı hayat yolunda birdenbire karşısına çıkarak yolunu kesenin, her türlü güzelliği ve yüceliğiyle aşk değil, her türlü şiddet ve hakaretiyle şehvet olduğunu anlardı.
Çağın insanı: Aptal ve güç sahibi. Değersiz ve önemli! Pornografik bir dil! Nefret yüklü bir kibir! Belkemiği hile! Mihrabı şehvet! Parasıyla sevişiyor! Büyük yalnız! Küçük narsist! Kötülük bilgisi!
Bütün yıkıntılardan onu ruhu yükseliyor.
~ ŞÜKRÜ ERBAŞ ~
Ama öylece durdum, ilerlemedim ve boşluğa kulak verdim. Artık ne kenti ne sokağı hissediyordum, ne sokağın adını ne de kendi adımı; burada yabancı olduğumu, tanımadığım bir yerde her şeyden müthiş bir biçimde arınmış olarak durduğumu duyumsuyordum yalnızca; hiçbir amacım, mesajım, bağlantım olmadığı halde çevremdeki hüzünlü yaşamı derimin altından akan kanım kadar yoğun algılıyordum. Hiçbir şeyin benim için gerçekleşmediği, ama yine de her şeyin bana dahil olduğu duygusunu taşıyordum yalnızca; ilgisiz kalsam da çok derin ve çok gerçek şeyler tadıyor olmak müthiş mutluluk veren bir duyguydu, ruhumun en canlı kaynağını oluşturur, tanımadığım yerlerde şehvet gibi üstüme çökerdi.
FEDAİLERİN KALESİ ALAMUT,510 sayfa
“Hiçbir şey gerçek değil,her şey mubah.”
Sanki kitabın özeti gibi…Dünyada yaratılmış sahte cennet bahçeleri,din adı altında kandırılan insanlar,tarikatlar,körü körüne bağlılık,şehitlik vurgusu,uyuşturucu,dünyada yasak olan her şeyin öteki dünyada mükafat olarak sunulması,her türlü
İslamcılığın 350 milyonla sayılan kalabalığı, Turancılığın yüz milyonla hesaplanan uçsuz bucaksız stepleri üzerine kurulan hayaller, Balkan bozgunundan sonra, asırlık baskılarla hadım edilmiş sinirlere, şehvet! bir kımıldama vermiş, dört yıllık kanlı' boğuşma bu bunak sinirleri işte bu bitkin kımıldamanın tam ortasında çekip koparmıştı.
Osmanlı aydınları için artık geçmişe sığınmaktan başka çare yoktu ama artık sığınacak geçmiş neredeydi? “Anadolu” Bir sürgün yolu idi ki vaktiyle ucu Avrupa’daki Jöntürklerden de boyunun ölçüsünü almış bulunuyordu. Oturup ağlamaktan başka bir iş kalmamış gibiydi.
Beden ülke gibidir. Zanaatkârlar vücudun el ve ayak gibi değişik parçalarına benzer. Şehvet ise vergi memuru gibidir. Gadap ve öfke kadı gibidir. Kalb ise sultandır, akıl da vezir. Şehvet vergi memuru gibi her şeyi almaya çalışır. Gadap ve öfke tıpkı kadı gibi şiddetli ve cezalandırıcıdır; ve bu yüzden öldürmek ve yok etmek ister. Sultan sadece şehvet ve gadabı değil, aynı zamanda aklı da kontrole ihtiyaç duyar ve bütün bu güçler arasında bir denge kurmak zorundadır. Akıl, şehvet ve gadabın esiri olduğunda, ülke mahv, sultan da yok olur." (Shafii 1988)
'' sayende sayebân olduk istanbul şehri
sayende sebil olduk aç kaldık sefil olduk
yıldızlar dem çekti güvercinler gibi başucumuzda
ve yaktı perişan eyledi sine-i sâd-pâremizi
saplanıp hançer misâli bir hilâl
sokaklar serseri biz serseri
yüksekkaldırım da
bir cezayir şarkısını dile getirdi plâklar
cadde-i kebir: bütün ışıklarını yakmış
İstiklal caddesinde yorgun bir kadın
Yoluk saçlarında laterna çığlıkları
Şehvet mi sarmış bu şehri
Kızlık kanı tükürmekte çıplak ayaklı dilenciler Ve bütün sokaklarında ipekli külot izleri
Sarı bir beş kuruşluk yalnızlığı
Beyoğlu kaldırımlarında
Bir şarap kadehinin
Düşüp parçalanmadan önceki ürpertisi
Senin dudaklarında yılan ıslıkları
şair, şiir, aşk, şehvet, romantizm,
ve gözlerin sana bakınca kendinden geçen ben, sanırım bu bir stendhal sendromu veya tanrıyı görmüş Musa peygamber kıssası...
Plotinos'a göre demonlarla insanlar cinsel
ilişki kurabilir, üreyebilirler; bu henüz gerçekleşmemiş de olsa, mümkündür. Böylece, geç ortaçağda ortaya çıkan modern cadı kavramını oluşturan en önemli unsurlardan biri olan, cadıların demonları (şeytan)cinsel ilişkiye (incubus-succubus) girebildikleri inancının tohumları atılmış olmaktadır. Kötü demonlar insanlara zarar vermek için vebaya, kuraklığa, kötü ürüne, depreme ve diğer doğal afetlere, sehvet, kıskançlık ve yükselme hırsıyla savaşlara neden olurlar.
(Spoiler)
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, 1922’de “Brief einer Unbekannten” adıyla yayınlanan ve Stefan Zweig tarafından yazılan bir öyküdür. Yazarın, hatırlamadığı bir kadın tarafından aldığı mektubun öyküleştirilmiş halidir.
Yazar mektubu aldığında üzerinde ne bir isim ne de bir adres vardır. Sadece “Sana, beni asla tanımamış olan sana.” yazılıdır. Yazarın merakı uyanır ve mektubu okumaya başlar.
On üç yaşında annesiyle birlikte yaşayan yoksul bir kızın karşı dairesine taşınan yirmi beş yaşındaki adama yıllar sonra yazmış olduğu ve adama karşı hissettikleri, hatıraları ve en önemlisi aşkını itiraf etmesini işleyen bir hikayedir. İtiraflarda herhangi bir şehvet duygusu olmaması dikkat çekicidir.
Kadının mektubu başlarda itiraf gibi görünse de daha çok bir yakınma söz konusudur. Adam kadını fark edemez. Kadın da kendi kendine çıkarımlar yaparak karşı tarafı suçlar, bunu imalı bir şekilde dile getirir. En sonunda da sevdiğini söyleyememenin karşılığını ağır öder. Kendini neredeyse hiçbir zaman fark ettirmeyi başaramayan kız acı ve tutkusunu kendi içinde yaşar.