Türkçede roman türünün öncülerinden biri olan Araba Sevdası, 19. yüzyılın son çeyreğinindeki İstanbul soylu yaşantısını Bihruz Bey üzerinden anlatmaktadır.
Kendisi bir miras yedi olan Bihruz Bey, babasından kalan varlıkları bir bir satıp çarçur ederken, daha borcunu ödeyemediği arabasıyla yaptığı bir Millet Bahçesi gezisinde görüp, aşık olduğu kadına duyduğu platonik aşkı konu etmektedir.
Tüm bunlar yaşanırken kara sevdaya tutulmuş kahramanımız sayesinde, Fransız diline verilen önemin, konuşma diline serpiştirilen Fransızca sözcüklerle alaya alındığını görmekteyiz. Bu doğrultuda genel olarak batılılaşma çabaları eleştirilmektedir. Ama cumhuriyet sonrası Türkiye’sinin tekilci anlayışının zıttına, daha çoğulcu, çok dilli, direkler arasında bir ramazan günü tespih satan bir Hindunun dahi olduğu bir toplumun portresi çizilmektedir.
En kızgın anlarda bile azami saygının ön planda tutulduğu toplum yerli yerindedir ne doğuya ne batıya ihtiyacı vardır. Bu nedenle bir şeylerin adının kesinlikle yanlış konduğunun açık ispatı niteliğindeki kitap okumaya değerdir.
Günümüzde betona boğulmuş İstanbul’un güzide semtlerinin o dönemki tasvirleri, neden bu şehrin uğruna bunca güzel şiirin nakşedildiğinin açıklayıcısı niteliğindedir.
Biraz aşırı kaçılmış Fransizca sözcükler okuyucunun sabrını zorluyor olsa da, sonu itibari ile aslında bunun ikinci cildi de yazılmalıymış dedirtiyor.