"Şu insanoğlunda öylesine bir güç var ki tükenmiyor, yürümüyor, ölmüyor, toprak gibi, ışık gibi, su gibi."
Para oluk gibi akıyor, şöhreti arttıkça artıyordu. Martin edebiyat dünyasında bir kuyruklu yıldız gibi parlak izler bırakıyordu. Ama uyandırdığı heyecan Martin'i ilgilendirmekten çok, eğlendiriyordu. Onu şaşırtan şey, eğer bilinse bütün dünyayı hayrete düşürecek ufacık bir şey vardı. Ama dünya, onun özünde bu kadar büyüttüğü o ufak şeyden çok, onun hayretine şaşardı, eğer bilinseydi. Yargıç Blount, onu akşam yemeğine davet etmişti; işte o küçük veya yakında önemli bir hal alacak küçük şeyin başlangıcı buydu. Yargıç Blount'a hakaret etmiş, ona iğrenir gibi davranmıştı, oysa o, şimdi sokakta rastladığı Martin'i yemeğe çağırmıştı. Martin kendi kendine Yatgıç Blount'a Morse'ların evinde sayısız kereler rastlayıp da yemeğe çağrılmadığını düşündü. O zamanlar neden çağırmamıştı beni yemeğe? diye sordu kendi kendine. Değişmemişti ki Martin. Aynı Martin Eden'di. Fark nereden ileri geliyordu? Yazdıklarının kitaplar halinde çıkması mıydı bu değişikliği yaratan? Bunların çoktan işi bitmişti. O zamandan beri yeni bir şey yazmamıştı ki. Hepsi de, Yargıç Blount'un genel fikrini paylaşarak, onun Spencer'ine, onun aklına dudak büktüğü zamanda ulaşılmış başarılardı. Şu halde Yargıç Blount'un bu daveti gerçek bir değerden ötürü değildi, tamamıyla yalancı bir değere göre yapılmış bir davetti.
Sayfa 558 - Kitap ZamanıKitabı okudu
Reklam
"Zaman bana da bir nehir gibi geliyor... O nehirde yüzüyorum. Sular akıyor ama hangi damla arkamda, hangisi önümde; nehir mi daha hızlı akıyor, ben mi? Su önüme mi geçiyor, arkamda mı kalıyor anlayamıyorum. Gerçek olan tek şey sonsuz bir akış...."
İlk müslümanlardan Bilâl-i Habeşi.. Habeş illerinden gelmiş bir köle.. Boğazında ip, Mekke çocuklarının elinde, dağdan indirilmiş ve boynuna ip takılmış bir canavar gibi dolaştırılıyor. Öyle ki, boynunu ip kesiyor, kanlar akıyor; fakat ağzından yalnız şu kelimeler dökülüyor; <<- Allah bir.. Allah bir.. >>
“Şu insanoğlunda öylesine bir güç var ki tükenmiyor, çürümüyor, ölmüyor, toprak gibi, ışık gibi, su gibi.”
Sayfa 255 - YKYKitabı okudu
Zaman su gibi akıyor, ölüm ömrü kovalıyordu.
Reklam
Zaman bana da bir nehir gibi geliyor.O nehirde yüzüyorum.Sular akıyor ama hangi damla arkamda hangisi önümde; nehir mi daha hızlı akıyor ,ben mi; su önüme mi geçiyor, arkamda mı kalıyor anlayamıyorum.Gerçek olan tek şey sonsuz bir akış
"Zaman bana da bir nehir gibi geliyor. O nehirde yüzüyorum. Sular akıyor ama hangi damla arkamda, hangisi önümde; nehir mi daha hızlı akıyor, ben mi; su önüme mi geçiyor, arkamda mı kalıyor anlayamıyorum. Gerçek olan tek şey sonsuz bir akış."
"Bulutlar esniyor. Gün yine dönüyor. Su ve zaman tereddütle akıyor. Kaybolan şeylerin sessizliği kulaklarımda. Hiçbir yere ait değilim, kendime bile... Buz gibi vücudum. Isınmalıyım. Ana karnına, kainatın en huzurlu köyüne dönebilsem..."
Sayfa 277Kitabı okudu
"Sessizlik de bir intihardır doğrusu. Cümlelerin infazı, kelimelerin ölümü değil midir? Mühürlü dudaklarında kaç yarım kalmış satırların ölümü var?" "İnsanlar seni kurduğun cümlelerde tanımıyorsa susmak en doğru olan değil miydi?" gözleri gülüşüme takılmış olmalıydı. Şimdi çatık kaşları yavaşça düz bir çizgi haline geldi, siniri yatışmaya başladı. Gülüşümü seyre daldıkça içine ılık su akıyor gibi rahatlıyordu. Gülüşümün sakinleştirdiğini biliyordum çünkü ne zaman gülsem gözleri dudaklarımda oyalanır ve bakışları yumuşardı.
Sayfa 192Kitabı okudu
Reklam
"Zaman bana da bir nehir gibi geliyor. O nehirde yüzüyorum. Sular akıyor ama hangi damla arkamda, hangisi önümde; nehir mi daha hızlı akıyor, ben mi; su önüme mi geçiyor, arkamda mı kalıyor anlayamıyorum. Gerçek olan tek şey sonsuz bir akış.”
Zaman akıyor, zaman su gibi kaçıyor Ben de akıyorum
"Zaman bana da bir nehir gibi geliyor. O nehirde yüzüyorum. Sular akıyor ama hangi damla arkamda, hangisi önümde; nehir mi daha hızlı akıyor, ben mi; su önüme mi geçiyor, arkamda mı kalıyor anlayamıyorum. Gerçek olan tek şey sonsuz bir akış.”
BEYAZ LÂLE Hudutta bozulan ordu iki günden beri Serez’den geçiyordu. Hava serin ve güzeldi. Ilık bir sonbahar güneşi, boş, çimensiz tarlaları, üzerinde henüz taze ve korkak izler duran geniş yolları parlatıyordu. Bu gelenler, gidenlere hiç benzemiyorlardı. Bunlar adeta ürkütülmüş bir hayvan sürüsüydü. Hepsinin tıraşları uzamış, yüzleri pis ve
1,500 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.