Ya’ni “Hükemâ-yı felsefî “Âdem âlem-i sagîrdir” derler. Hükemâ-yı ilâhî ise “İnsan âlem-i kebîrdir” derler. Zîrâ o hükemânın ilmi, Âdem’in sûretine maksûrdur. Fakat bu hükemânın ilmi, insanın hakîkatine vâsıl olmuştur” buyurulur.
Ve i’tikādâtın gayrı bir şey yoktur. İmdi hepsi musîbdir; ve her musîb me’cûrdur; ve her me’cûr saîddir; ve her saîd marzıyyün-anhdır. Her ne kadar ba’zısı dâr-ı âhirette bir zamân şakî olursa da. İmdi süadâ ve ehl-i Hak olduklarına bizim ilmimiz bulunmakla berâber, ehl-i inâyet, hayât-ı dünyâda marîz ve müteellim oldu. Böyle olunca, Allâh’ın kullarından ba’zıları vardır ki, hayât-ı uhrâda, cehennem denilen dârda bu âlâmı idrâk ederler. Bununla berâber, emri hakîkati üzere keşfeden ehl-i ilimden bir kimse, onlar için dâr-ı cehennemde onlara mahsûs bir naîm olmadığını kestirmez.