“Ben dünyaya doğru yürümekle meşhurum
kökten dallara yürüyen sular gibi
yürürüm kömür ocaklarına, çapalanan tütüne
yürürüm hüzün ve ağrılar çarelenir
dağların esmer ve yaban telaşından kurtula diye
torna tezgahlarında demir.
Yürürüm çünkü ölümdür yürünülmeyen
yürürüm yürüyüşümdür yeryüzünün halleri
kanla dolar pazuları tarladakinin
hızar gürültüsü içinde türkülenir bir öteki
gökleri göğsümden aşırtarak yürürüm
yağlı kasketimin kıyısında nar çiçekleri.”
"Zihni torna makinesinden, işleyen insanlığın kaygı uyandırmayacak şekline evrilen bir fahişenin bizleri anlayamayacağı kesinleşmiştir. Kıvrılan hatlarıyla duygulara apansız tehdit çalan notalarımız, bir pervasızlık hamlesini ihtiva eder öyle ki, nefret ve öfke, dert ve sükûn, şatafat ve yaşam gayesi; tümü yalnızca bir ortak amaç için toplanır kalp, o ortak noktada kendi vücudunu tamamlar, insanı olgunlaştıran nokta budur! Fakat, berbatlıktan bir berbattır ki, ayağa takılanı elinden tutup kaldırmaya, sürünene gökyüzünü göstermeye, kendini ahmakça parçalamaya çalışana hayatın emelini anlatmak ve suistimal edilen, sürekli olarak es geçilen gerçekleri engelsizce konuşabilmek, dertlerin aşılması ve öngörülebilen medeniyet yolunda önem kateder... bunu layıkıyla, lakayt bir biçimden uzakta yapabilmek için yirmiden fazla yıl heba ettim, henüz bir sona varabilmiş değilim."
D.p
Halki, şimdiki adıyla Heybeliada. Görkemli yalılar, büyük konaklar, güzel bahçeli villalar, iyot-anason kokulu sahil mey haneleri, laternalı kır gazinoları, çiçek, reçine kokulu ormanlar, masmavi pırıl pırıl bir deniz. Istakozlar, pavuryalar, mercanlar, dünyanın en lezzetli balıkları, ada bağlarında damıtılmış şaraplar, rakılar, konyaklar.
Torna, adanın bu şen şakrak, bu şuh dönemine yetişemedi.
12 Şubat 1917'de dünyaya gözlerini açtığında, Birinci Dünya Savaşı patlamış, olanca hızıyla sürüyordu. Heybeli'nin de tadı kaçmıştı. Zengin bir lunapark gibi ışıltılı o yılları, tüccar babası Manol Balcı' dan, annesinden ve dedesinden dinleyebildi. Savaş boyunca Alman "askeri dinlenme tesisi" olan Ada, bozgunun ardından gelen İngiliz, Fransız, İtalyan subaylarına sayfiye tahsis edilmişti.
"Kişiye bir şeyi neden yaptığını sorduğumuzda -bu kelebek koleksiyonu yapma, araba yıkama, bir torna makinesi kullanma veya kitap yazma ya da başka ne olursa olsun- aslında bilmek istediğimiz şey, onu motive eden şeyin ne olduğudur."
Siz, okumuş kişiler Tanrı’nın bir düşünce, az rastlanan bir şey, ne bileyim ben, bulut üstüne oturmuş bir ihtiyar olduğunu söylersiniz. Tann’nın bulut üstünde resimleri bile yapılmıştır. Hiç de değil! Bir torna düşün, nah, kar- deşiminki gibi. Bizler çamuruz. Torna hiç durmadan dönüyor, üstümüzden geçiyor, üflüyor ve bizi dilediği biçi me sokuyor: Testiler, toprak kaplar, çiçek saksıları, tence reler, kandiller yapıyor İçinde su, bal ya da şarap olanlar var, mutfak işlerinde kullanılan ya da aydınlatmaya yara- yanlan var. İnsanlar Tanrı’nın elinden böyle çıkıyorlar işte. Kırılsak bile onun için ne önemi var? Dönüyor, dö nüyor, yeni kaplar yapıyor, bir kez bile arkasını dönüp bakmıyor, baksa neye yarar?”
~•~
• Akşemseddin: Pasteur'dan 400 sene önce mikrobu bulmuştur.
• Ali Kuşçu: Büyük astronomi bilgini. İlk defa ayın şekillerini anlatan bir kitap yazmıştır.
• Ebul- Vefa: Trigonometri'de tanjant, cotanjant, sekant, cosecant'ı bulan büyük alimdir.
• Biruni: İlk defa dünyanın döndüğünü ispat
Dünyamız böyle bir yerdi, öldürmekle ilgili kelimelerle doluydu: boğmaca, tetanos, lekeli humma, gaz, savaş, torna, enkaz, iş, bombardıman, bomba, verem, iltihap. Ömrüm boyunca bana eşlik etmiş pek çok korkuyu bu kelimelere ve o yıllara bağlıyorum.
“Şu savaşa katıldı ve insan öldürdü, şu copladı ve zorla reçine yağı içirerek işkence etti, şu bir sürü insanı ihbar etti, şu annesini bile aç bıraktı, şu evde işkence yapıldı ve insan katledildi, şu taşın üzerinde yürüyerek Roma selamı verdiler, şu köşede dövdüler, bunlanın paraları başkalarının açlığına mal oldu, şu otomobil mermer tozuyla
Tozludur saçlarım, saçlarımdan devrilmiş sarayların dumanları savrulur yüzüm yanıktır yüreğime bir karanfil sokuludur ve partizanca darbelerin dünyaya ilen şavkı benim göğsüme göğsüme vurup durur.
Ben dünyaya doğru yürümekle meşhurum bahar da sürgülenir içime katranlar da hem koşarak yarattığım sevgiler vardır hem körlenmiş sevgilerin acısıyla koştururum.
Beni sular kocaman taşları parçalayarak hatırlıyor dağlarda ve beni hatırlatıyor çeltik tarlalarında aynı sular umutlu sakinlikleri lohusalıklarıyla.
Ben dünyaya doğru yürümekle meşhurum kökten dallara yürüyen sular gibi yürürüm kömür ocaklarına, çapalanan tütüne yürürüm hüzün ve ağrılar çarelenir dağların esmer ve yaban telâşından kurtula diye torna tezgâhlarında demir. Yürürüm çünkü ölümdür yürünülmeyen yürürüm yürüyüşümdür yeryüzünün halleri kanla dolar pazuları tarladakinin hızar gürültüsü içinde türkülenir bir öteki gökleri göğsümden aşırtarak yürürüm yağlı kasketimin kıyısında nar çiçekleri. Aynı adam
Ekim günlerinden beri gümbür gümbür gelirim teneke damların üstüne safi sinirden doğan güneş portakallar fırlatarak parlıyor benim adım larımla anladım neden yorgunluk gülümserlik getiriyor insana hayatın bana başat bana avrat oluşunu öğrendim işçiler bunu kurşunlanarak öğrendi on beşinde bir arkadaş inancını savunurken yargıca anladı bulana durula akmakta olan şeyi.
Yürüyorum azarlanıyorum fışkıran başaklarla iki bomba gibi taşıyorum koltuğumdaki bir çift somunu hurdahaş bir sancıyla geçiyorum badem çiçekleri altından gözlerim nemli değil gözlerim namlu.