Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
5 Ağustos 1921’de Mustafa Kemal Paşa Başkumandan, yani bir nevî bütün kudrete sahip bir askerî diktatör olarak Büyük Millet Meclisi tarafından seçildi. Yani Meclis kendi elindeki bütün kudreti Mustafa Kemal Paşa’ya veriyordu. Fakat bunu yalnız üç aya inhisar ettiriyor, her üç ay sonunda, tekrar bir seçim yapacağını ilân ediyordu. Mustafa Kemal
“Onlar (Yunanlılar) zafer ve Megalo İdea için dövüştüler, fakat Türkler ocaklarını ve yurtlarını korumak için savaştılar.” A. H. LYBEYER
Reklam
Hastahaneye girer girmez, Mustafa Çavuş’un, başı beyaz sargılı, aklını kaybetmiş gibi çırpınan bir hasta ile uğraştığını gördüm. Hasta hıçkıra hıçkıra ağlıyor: — Allah aşkına, ayağınızın altını öpeyim, beni Ankara’daki köyüme götürün, diye yalvarıyordu. Bir başka sedyede, bir adam, yüzükoyun yatmıştı. Ben ona biraz yiyecek vermeye ve birkaç saat sonra Polatlı’ya gideceklerini söyleyerek teselliye çalıştım. Hepsi, kadın hastabakıcıları olan bir hastahaneye gönderilmelerini istiyorlardı. Birer birer bana köylerinin adını söylediler, çocuklarını anlattılar. Biraz ilerleyince Mustafa Çavuş’un başka bir sedyeye eğilmiş olduğunu gördüm. Sedyedeki: — Onu çağırın bana, diyordu. Mustafa Çavuş gülümseyerek bana baktı: — İşte geliyor, dedi. Sedyenin yanına gittiğim zaman, benim avucum kadar küçük yüzlü, ancak yedi yaşlarında bir küçük oğlan çocuğun yattığını gördüm. — Neredensin, yavrum, diye sorunca: — Hanım Teyze, beni askerî hastahanede ameliyat ettiler, sonra buraya geldim. Annem Bilecik’te. Babamın adı Ali’dir. Mızıkadadır. Onu bana bulun, dedi. Dudakları titriyor, fakat ağlamamaya çalışıyordu. Başhemşireye müracaat ederek, bu çocuğu babası gelinceye kadar yanında tutmasını rica ettim. O da, sedyeyi odasına aldı. Saat on buçukta, tren hâlâ istasyondaydı. Kadınlar kamyonların üzerinde çocuklarını emziriyorlardı. Etrafları eşya ve çocukla doluydu. Hepsinin elinde bir tava bulunduğunu gördüm. Ömrümde insanların bu kadar tava kullandıklarını ilk defa görüyordum.
Genç hastabakıcılar isteri hâlindeydiler. Hepsinin başı elleri arasında, kapılara dayanmışlar, ağlaşıp duruyorlardı. Doktor Murat artık yapılacak bir şey kalmadığını söyledikten sonra yemek yememiz gerektiğini bildirdi. Bahçedeki birkaç çadırın altında bir sürü ölü ayağı görünüyordu. Gökte parlayan sarı bir ay ışığında, yıllarca taşlar üzerinde sürtünmüş olan param parça ayakkabılar...
o gülümseme, yüzü toprak oluncaya kadar devam edecekti.
...Bir bölmede, üzerinde büyük bir bayrak örtülü olan Nâzım yatıyordu. Bayrağı kaldırdığını gördüm. İki dakika bekledikten sonra, örttüğünü farzederek yüzümü çevirdim. O, yatağın üzerine eğilmiş, kumandanı öperek veda ediyordu. Sonra, bayrağı tekrar örterek dışarı çıktı. Evet, bu Nâzım’dı. Ben içeriye girince, bir an, bayrağı kaldırıp kaldırmamakta tereddüt ettim. Nihayet, kaldırdım. İşte, Nâzım. Başı yüksek yastıklara konmuş, topçu üniformasıyla yatıyordu. Elleri göğsü üzerinde kavuşmuştu. Başında mavi tepeli, kahverengi kalpağı vardı. Ne garip! Toprağa dönecek olan bu ölümlü cesedin içinde Nâzım’ın ruhu bir zaman yaşamıştı. Elâ gözleri açıktı. Her zamanki ifadesini taşıyordu. Dünyanın bir melodram olduğunu ifade eden gülümsemesiyle, “Bütün zabitleri kes,” der gibiydi. Acaba fert olarak devam ruh için var mıydı? Bilmiyorum. Fakat, o gülümseme, yüzü toprak oluncaya kadar devam edecekti.
Ölüm hâlinde olan bu zavallı yaralılar şuurlarının altında ailelerini ve yurtlarını kurtarmak için döktükleri kanın beyhude olduğunu hissediyorlardı. Allahım, bu ne zaman bitecekti? Yatağının içinde, oturup durmadan küfür eden Nâzım’ın genç zabiti bana biraz kuvvet verdi. Yalnız sol eli kımıldamakla beraber, hayatta kalmış olduğu için özür dileyecek vaziyette değildi. En çok sevdiği kumandanı Nâzım ölmüştü. Kafası, şimdi de neferleriyle meşguldü. Hastahanenin, emir erini içeriye sokmamasına durmadan isyan edip söyleniyordu. Bana: — Pencereden bak, herif orada sokakta ne yapıyor, diye sordu. Ben kendisine lâzım olan şeyleri getirteceğimi söylediğim zaman, bir şey istemedi. Ne hastahane, ne hastabakıcı istiyordu. Yalnız emir erini istiyor, vahşî bir şekilde ölüme giden kumandanına da küfür ediyordu.
Reklam
...Biz savaşmaya mecburduk. Çünkü düşmanlar evlerimize kadar gelmiş, savaş istesek de istemesek de, yurdumuzu yakıp yıkacaklardı. Niçin? Çünkü, bir veya birkaç siyaset adamı Yakın Doğu’nun haritasını değiştirmek hevesine düşmüşlerdi. Yunanlılar da kazanç ve zafer hırsına düşmüşlerdi. Fakat onlar da bunun neye mal olacağını görüyorlardı. Gerçi, henüz zafere kavuşmamışlardı, işin sonu da gelmiş değildi.
Saat dört buçukta Madam Tadia’ya gittiğim zaman iki kişinin beni beklediğini söylediler. Birisi Ruşen Eşref, diğeri Yusuf Akçura idi. Akçura, tabiî, ihtiyat zabitiydi. İkisi de İsmet Paşa’nın çok üzgün bir vaziyette olduğunu söyledikten sonra, bana da kendisini gidip ziyaret etmemi tavsiye ettiler. Ricatin başlangıcında, Karacabey’de İsmet
Ötekiler sedyelerde ağlıyorlardı. Nâzım için ağlıyorlardı. Nâzım da kalbine saplanan bir kurşunla bu dünyadan göçmüştü.
Hastalar arasında en çok dünyadan haber isteyen Nâzım’ın fırkasından, iki bacağı yaralı bir çavuştu. Yüzü, hakikaten, bir Türk çavuşunun manâsını taşırdı. Çok az konuşur bir adamdı. Sorduğunuz suallere cevap verecek kudreti yoktu. Sade, bir gün “limon” dedi. Bir limonata yapıp içirmeye çalışırken başı kolumun üzerine düştü. Yatırdım: — Siz Mustafa
Reklam
Beni Sakarya’da at üstünde gördüğü zaman, gözleri: “Abbas yolcu değil, Abbas yolcu değil,” der gibiydi. Yedi haziran, saat beşte, Doktor’un odasına bir fincan çay içmeye gitmiştim. Orada İstanbul gazeteleri vardı. Birinde, “Bir âlimin Ölümü” başlığı gözüme çarptı, okudum. Salih Zeki Bey’in ölümünü yazıyordu. İçimden Atlantik’i ruhumla geçip çocuklarıma, “Ben daha yaşıyorum,” demek geldi. Ben eski günlerin hatıralarına dalmışken, Dr. Şemseddin: — Çay soğuyor, hemşire, dedi. Yedi ve sekiz hazirana kadar, Mama Tadia’nın odasında yatmadan kitap okur, şamdanı söndürmezdim. Sokaklarda ses seda yoktu. Haziranın dokuzuncu günü hastahane tıklım tıklım olmuştu. Artık her odayı bir koğuş hâline sokmaya mecbur kalmıştık. Yunanlılar büyük taarruza başlamış, yüz bin kişilik bir ordu ve kudretli bir topçu alayı ile harekete geçmişlerdi. Türk Kuvvetleri’nin merkezi Karacabey’di. Zihnim savaşla hiç meşgul olmuyordu. Kendimi ve kafamı hep hastalarıma vermiştim. Ne kadarını soydum, çamurlu yüzlerini, hatta vücutlarını silip yatırdım. İniltiler ortalığı kaplardı. Bana bütün Türkiye bir hastahane olmuş gibi gelirdi.
Dokuz hazirandan önceki hastalarımın arasında pek hoşuma giden Abbas adında biri vardı. Başı ve ayakları yaralıydı. Ölümle mücadele ediyordu. Koğuşun âdeta dev kadar cüsseli hastasıydı. Aklı başındayken gayet sakindi, fakat, dalgınlık başlayınca, korkunç bir şekilde inler, tuhaf tuhaf konuşurdu. Yanına gider gitmez elimi yakalar, gözlerini açar ve mırıldanırdı: — Hatçe, Hatçe! Âdeta Hatçe denilen o meçhul kadından, yaşayamadığı için af diler gibiydi. Hatçe kardeşi miydi, karısı mıydı, kızı mıydı, bilmiyorum. Fakat, Hatçe’yi o cehennem günlerinde yalnız bırakıp ölmekten azap duyuyordu. Ben: — Abbas yolcu değil, dediğim zaman: — Abbas yolcu değil, diye cevap verirdi. Kader o kadar garip bir şeydir ki, bu adamı Anadolu yaylalarında, Sakarya savaş meydanında bir daha görmüştüm. Beni Sakarya’da at üstünde gördüğü zaman, gözleri: “Abbas yolcu değil, Abbas yolcu değil,” der gibiydi.
Hastahane yaralılarla doluydu. Ben, otuz hasta yatan en büyük koğuşa bakıyordum. Başhemşire çok tecrübeliydi. Aynı zamanda, bir sürü yeni hastabakıcı kadın da tedarik ettiler. Hepsi genç, güçlü kuvvetli idi, ama tecrübeleri yoktu. Mütemadiyen fingirdeyip duruyorlardı. Biraz hastaya bakmayı bilen, benden başka Mehmed Çavuş vardı ki, o iki yüz hastabakıcıya bedeldi. Kolunun biri yaralanmış ve tüfek kullanamayacak hâle gelmiş olduğu için, ordu onu hastahaneye vermişti. Daima beyaz başlığı ve önlüğü ile eli yüzü henüz yıkanmış gibi görünen o temiz hâliyle insan onu görünce, “İçi dışı beyaz bir adam,” derdi. O, iki yüz yatağa nezaret ediyordu. Erkek yardımcıları pek beceriksizdiler. En muhtaç olduğum zamanlar daima benim koğuşuma gelir, yatakta mütamadiyen ölenlerin en kocamanını bir tüy gibi kaldırır, götürürdü. Doktorların arasında dikkatimi çeken Cerrah Cemil Bey’dir. İnsanı hayrete düşüren bir adamdı. Bir günde seksen üç kol bacak kestiğini bilirim. Bununla beraber, bir ana gibi hastalara hitap ederdi. Âdeta bir evliyayı hatırlatırdı.
Doktorların arasında dikkatimi çeken Cerrah Cemil Bey’dir. İnsanı hayrete düşüren bir adamdı. Bir günde seksen üç kol bacak kestiğini bilirim. Bununla beraber, bir ana gibi hastalara hitap ederdi. Âdeta bir evliyayı hatırlatırdı.
Nâzım’ın göğsünden hastalığı ciddî değildi. Fakat, ciddî de olsa, harpte vazifesini görmeye mecburdu. Dr. Adnan döndüğü zaman, Nâzım tarafından bana bir harp hediyesi olarak, kendisinin yatağında temizleyip hazırlamış olduğu bir tüfek getirdi. Aynı zamanda fırkasını da ziyaret etmemi istiyordu. Ne yazık ki gidemedim. Onu daha sonra, son görüşüm çok feci şartlar altında olmuştur.
1.500 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.