Bazen ansızın dalgınlaşıp, uzaklara dalıp gittiğimde yüzün gölgelenir, beni benden daha iyi tanıdığın için, hiç sesini çıkarmaz, sadece elimi tutar; yine gitme, buradan başka bir zaman yok, der gibi bana bakar, sanki sürüklenmeye başladığım boşluktan beni geriye, yukarıya, sevgine çıkarmak için çırpınıp dururdun içten içe… Bilirdin savrulma zamanımın geldiğini, ellerinden kayıp gideceğimi… Kurduğumuz onca güzelliği nedeni belirsiz bir şekilde elimin tersiyle itip bilinmeyen bir zamana doğru yolculuğa çıkacağımı hissederdin… Öyle büyük bir çaresizlik duyardın ki böyle zamanlarımda, söyle, senin için ne yapabilirim, seni bu halde görünce kendimi suçlu hissediyorum, bu halinin sorumlusu benmişim gibi düşünüyorum, derdin… Oysa asıl çaresiz olan bendim. Çünkü senin içindeki zaman tutmaya, sarılmaya çalıştığım ne varsa kesip koparıyor ve acı bir hızla yok ediyordu… Zaman bende yara açarak ilerliyordu… Beni ne kadar çok sevsen bile kurtulamıyordum içine düştüğüm o mutlak yalnızlık duygusundan. Bu yalnızlık duygusundan derin bir utanç duymasam kendimi bencilikle suçlardım; ama utanıyordum… Sen her durumda benim yanımda olduğunu hissettirdikçe bu utancım daha da artıyordu… Ama yine de karşı koyamıyordum bu yalnızlık duygusuna… Bu duygunun içinde kendimi nerede yitirdiğimi bulmaya çalışıyor, kendimi yıkarak, savrularak, hatta onu arkamda bırakarak arıyordum…
İşte bu duygularla boğuştuğum günler.