1895...
Osmanlı demiryollarından büyük bir servet elde etmiş olan Baron Hirtch (Hirş) Yahudi idi. ölürken Yahudilere bir yurd kurulması için iki yüz elli milyon frank (on iki buçuk milyon altın lira) vasiyet etmişti. O devirde Doğu Avrupa'da, bilhassa Rusya'da Yahudilere çok zulüm ediliyordu. Baron Hirş bunları kurtarmak için ve toplu
Yıldızın gizli komitelerle giriştiği mücadelede kullandığı tek silâh kurnazlıktı. Memleket içinde ve dışında Abdülhamid hiç bir muhalifini öldürtmemiştir. Tabiî Mithat Paşa ve Damad müstesna. Ne sonradan iddia edildiği gibi Tıbbiyeli ve Harbiyeli gençleri gemi kazanlarında yakmıştır, ne de bacaklarına taş bağlayıp Sarayburnundan denize attırmıştır. Zaten otuz üç yıl içinde âdi suçlardan ötürü de, tek vak'a müstesna, idam cezası İnfaz ettirmiş değildir Abdülhamid siyasî hasımlarım dikkatle takip ettirerek ne yaptıklarını daima bilmiştir ve bu adamların karakterlerini, zaaflarını, neye düşkün olduklarını öğrendikçe hırslarını, arzularıni tatmin etmek yollarını aramıştır. Meselâ Tunalı Hilmi'yi, Doktor Abdullah Cevdet'i, İshak Sükuti'yi bir kalem de nasıl tasfiye etmiş olduğunu biliyoruz. Bunlan «makam kapmak hırslarından» kavramıştır. Tunalı Hilmi Madrid orta elçiliği üçüncü kâtipliğine tayin edilince Meşrutiyeti unutuvermiştir. Koca Abdullah Cevdet merhum da Viyana büyük elçiliği tabipliğine tasdik edilince ihtilâlcilikten eser kalmamıştır. İshak Sükuti de öyle... Ona da galiba Londra'da bir diplomatik doktorluk tevcih edilivermişti. Mizahçı ve tarihçi Murad Beyi de avlamak için kullanılan olta yine para ve makam olmuştu.
Abdülhamid'in iç politikasını incelerken tarihin asla affetmiyeceği tek hâdise, İkinci Abdülhamid'in hâtırasını mutlaka ve daima karartacak olan hâdise Mithat Paşanın ve Damat Paşanın Taif'te katlidir. Dış siyasi münasebetleri ve memleketin yüksek idaresindeki bazı gafları ve zaafları ne dereceye kadar kendisine suç yüklenmesine müsait olursa olsun, Mithat Paşanın yok edilmesi sadece Abdülhamid'in şahsî bir cinayeti olmuştur. Aralarında birçok kahramanlar, serdarlar, Türk milletine yüksek hizmetler etmiş, şerefler kazandırmış büyük insanlar bulunduğu gibi deliler, katiller, sarhoşlar ve sefihler de bulunan Osmanoğulları hükümdarları çinde bir Abdülhamid'in keyfî idareyi lüzumlu bulmuş olması, görülüyor ki tarihe sadece bîr şahsî hırs gibi kaydettirmek pek mümkün değil.
1937 yılında idi. Yaz aylarından biri. Doğrudan doğruya kendi kontrolündeki bir gazetede «Makedonya» adlı bir eserim tefrika ediliyordu. Bir akşam üstü başyaver Celâl Bey beni telefonla aradı, Dolmabahçe sarayına davet edildim ve saraya gidince, hemen hiç bekletilmeden, üst kata çıkarıldım. Bir kapı, açıldı, kendimi büyük adamın(Atatürk) karşısında buldum. Saygılarımı bildirince mutad bir iki nezaket cümlesi ile beni taltif etti. Sonra:
— Yazını okuyorum, dedi. Hürriyetin ilân edildiği zaman küçük bir çocuk olman lâzım. Fakat tebrik ederim, o günleri iyi canlandırıyorsun. Yalnız Abdülhamid'i hiç sevmediğin belli.
Biraz durdu. Elindeki bir renkli kalemi, önünde açık duran kaim ciltli bir fransızca kitaba dikine vurarak düşünür gibi oldu. Ben susuyordum. Bu hal bir iki dakika devam etti. Sonra birdenbire şu sözler çıktı ağzından:
— Sevme Abdülhamid'i. Gene de sevme! Fakat sakın hatırasına hakaret edeyim deme. Senin neslin biraz daha temkinli kararlar vermeye alışmalı. Bak çocuk! Şahsî kanaatimi kısaca söyliyeyim: «Tecrübe göstermiştir ki toprakları üstünde yaşayan insanların çoğunun ahvali meşkûk ve hudutları yalniz düşmanlarla çevrili bir büyük devlette Abdülhamid'in idare tarzı azamî müsamahadır(hoşgörülüdür). Hele bu idare On dokuzuncu yüzyılın son yıllarında tatbik edilmiş olursa..
Avrupada okuyan ve yabancılar tarafından tahrik edilen Ermeni komiteleri 1896 senesinde gayet toyca bir harekete kalkıştılar. İstanbul'da ihtilâlci bir nümayiş belirdi. Kumkapıdaki patrikhane kilisesinde yaptıkları bir toplantıdan sonra sergerdeler birkaç koldan yüriyerek birdenbire Babıâli önünde toplandılar, bir baskın yaptılar. Bu sırada bir başka kol da Galata'daki Osmanlı Bankasına hücum etmiş ve şehrin bir iki yerinde bombalar da patlatılmıştı. Maksat Abdülhamid'i korkutmak ve Anadolunun göbeğinde bir Ermeni yurdu koparmaktı. Fakat Abdülhamid, tahmin edildiği gibi ürkmedi, korkmadı. Bilâkis ,gayet sert ve âni bir kararla ihtilâlcilerin bire kadar yok edilmelerini emretti. Gümrük hamallarını süratle toplatıp 'ellerine kocaman sopalar verdirdi ve bunlar hiç beklenmedik bir anda baskıncılarin karşısına dikiliverdiler ve Allah yarattı demeden rastladıklarını tepelediler.
Allah Atatürk'e gani gani rahmet eylesin.Çıka gelmeseydi bugün bizimdir diyebileceğimiz tek karış toprağımız olmayacaktı...her şahıs ve her hâdise, tarihin malı olur ve tarih hırsla, kinle değil, esere bakarak ve başarının hakkını vererek konuşur.
Masonluğun Türkiye'ye ne zaman girdiğini tahmin etmek zordur. Yalnız; ilk Mason locasını Yahudilerin kurduğu bilinir, üçüncü Selim Hanın son saltanat yıllarında İstanbul'da Yahudi cemaatleri ileri gelenlerinden pek mahdut bir zümrenin dahil olduğu bu loca asla diğer milletlerden üye almamıştır. İkinci Mahmut Han devrinde de Kırım'daki Eterya İhtilâl Komitesini kurmuş ve zeytinyağı ticaretiyle büyük servteler kazanmış olan Rum zenginleri yine îstanbulda ilk Rum locasını açmışlardır. Bizans adı verilen bu loca nın ilk üyeleri arasında asılan Fener Patriği Grigoryos'un da bulunduğu söylenir. Araplar arasında ilk mason olarak 1834 te Mekke Emirliğinde bulunan Şerif «Hazretleri» gösterliyor. Yalnız bu zat bir Arap locasına değil Dumas'nın ve Hugo'nun bağlı bulundukları bir Paris locasına kayıtlıimiş ve dolayisiyle de Fransa "Maşrık-ı âzam" lığı kadrosunda bulunuyormuş.
...kanun-u esasi, Abdülhamit Han'ın 1876 yılında, yâni tahta çıktıktan az sonra millete «bahşetmiş olduğu» anayasa idi.
Şair Ziya Paşa'nın, Namık Kemâl'in ve «Genç Osmanlilar grupundan diğer bâzı münevverlerin gayretlerinden de istifade edilerek hazırlanmıştı. Fakat asıl müellifi muhakkak ki Mithat Paşa idi.
"Hürriyet" kelimesini müvezzilerin(seyyar gazete satıcıları) ağzına veren îkdam gazetesi sahibi Ahmet Cevdet Bey olmuştu. Yoksa iradede «Hürriyet» diye bir kelime yoktu. Kanun-u Esasî'nin tekrar yürürlüğe girdiğini Manastır'a, Selânik'e ve Rumeli'nin hemen bütün vilâyet merkezlerine telgrafla açıkça bildiren saray, İstanbul gazetelerine gayet müphem ifadeli bir tebliğ vermişti. Tebliğde sadece «Osmanlı ülkelerinin her tarafın da meşrutî idare tesis edilmiştir.» deniyordu. Geniş yığınlar o derece koyu bir bilgisizlik içinde idiler ki Ahmet Cevdet Bey hâdiseyi halka anlatmak, halka mal etmek için halkı coşturacak bir kelime aramış ve «hürriyet»i bulmuştu. İkdam matbaasının neşrettiği ilâvenin üstüne «Yaşasın hürriyet! Yaşasın adalet!» diye yazdırmış ve tebliğin sonuna da iki satır ilâve etmişti:
«Yaşasın adalet, yaşasın müsavat, yaşasın uhuvvet!!» Müsavat yani eşitlik, uhuvvet yani kardeşlik...
İşte bunun üzerine müvezziler bir «Yaşasın hürriyet» tir tutturmuşlardı.
Acaba kaç tane asal sayı vardır? Yani asal sayıların sayısı sonlu mudur? Bu problemi ilk ele alıp çözen geometrinin dedesi Öklid'dir: Asal sayıların sayısı sonsuzdur. Yani verilen her asal sayıdan daha büyük başka bir asal sayı bulunabilir.
"Anla beni" der sanki, herşeyimle ortadayım, beni doğurduğun gibiyim. Hiç değişmedim. Beni anlayamıyorsan, suç bende değil sende. İyi bak. Ara, araştır. Senden hiçbir şeyimi gizlemiyorum."