"insanlar yavaş yavaş inanmamayı, güvenmemeyi, sevmemeyi ve kronik şüpheci olmayı öğrenir. bu gerçekleştiğinde artık ne yazık ki çok geçtir. insanların tecrübe dediği şey budur. kalbiyle bağlantısını kesmiş bir insana tecrübeli denir."
Ama Freud bilinçdışmı ilkel, çocuksu ve hayvanca olan her şeyin (sözgelimi, bastırılmış cinsel güdülerin) karanlık çöplüğü gibi görürken, Jung bilinçdışına çok daha olumlu ve ve kapsamlı bakıyordu. Jung için bilinçdışı araştırılması gereken büyüleyici bir alan ve zengin bir yaratıcılık kaynağıydı.
1913’te Freud’la aralarının açılmasına neden oldu. Bu kopmanın ardından,Jung Uluslararası Psikanaliz Derneği’nin başkanlığından istifa etti ve daha sonra zaman zaman psikoza yaklaşan bir ruhsal depresyon ve yönyitimi durumu içine girdi. Sonraki beş-altı yıl boyunca bu durumdan kurtulamayacaktı. Jung, gündelik yaşamla başa çıkmakta zorlanıyordu, ama kendi bilinçdışından kaynaklanan her ne olursa olsun yüzleşmeye kararlıydı.
Jung, rüyaların daha derin anlamlarını anlamak için, aktif düş gücü tekniklerini de kullanıyordu. Bu teknikler, kişiyi kâbusları çok andıran ve neredeyse aynı şekilde iş gören düşlem imgeleri oluşturmaya teşvik eder. Jung, insanları önce kendilerine “kim ya da ne sesini duyurmaya çalışıyor, niçin?” sorusunu sorarak, bilinçdışınm sesini dinlemeye teşvik ediyordu. Kişi bu soruyu sorduktan sonra rahatlamak, bilinçli zihnin sonsuz gevezeliğine kulaklarını kapamalı ve iç dünyadan yükselen imgeler ya da sözcükler her ne ise onlara dikkat etmelidir. Daha sonra, kişi zihnine ne geliyorsa kâğıda dökebilir, imgeler, çizilmeli ya da boyanmalıdır. Son görev olarak kişi, eleştirel olmayan bir yolla ürettiği her ne ise onun üzerine düşünmeli ve ortaya çıkan temaları geliştirmeye devam etmelidir. Jung, buradaki önemli noktanın, her zaman bilinçdışının önderlik etmesine izin vermek, ama asla denetimi bütünüyle ele almasına izin vermemek olduğunu vurgular: Mesele, zihnin rasyonel yönü ile sezgisel yönü arasında sağlıklı bir denge kurmaktır.
Daha önce gördüğümüz gibi, Jung ruhsal gelişimin her yönünün tasarımını bize sunan içkin arketipsel bir kalıpla doğduğumuzu söylemiştir. Jung, çevresel etmenlerin de çok önemli olduğunu kabul ediyordu, ama bütünüyle boş bir levhayla yola çıktığımız kanısında değildi.
Jung, rüyaları iradenin denetimi altında olmayan, bütünüyle doğal olgular olarak görüyordu. Rüyaların her zaman, bilinçli zihnin gereğince anlamadığı bir şeyleri dile getirmeye çalıştığını belirtiyordu.