"Çok biliyor onlar! Asabımı zıplatmasınlar. Neymiş, servi mezarlık ağacıymış. Alakası yok! Sarayın bahçesindeki, medreselerin avlularındaki ağaçlar ne ola? Servi değil mi? Uzun ömre delalettir bu ağaç, ecdadımın soyunun sürmesi gibi... Evin etrafına dedemin babası dikmiş, elli tane... Kimse bu ağaçlara kıymasın. Kıymetli sandıklar, hattatların yazı takımlarını koydukları kutular, hafızların Kur'an'ı kıraat ettiği rahleler hep bu ağaçtan yapılır. Mezar taşlarına bile bu ağacın sureti çizilir. Gerekirse Kadı'ya gider, hakkımı ararım. Kazasker'e kadar yolu var. Babamın, onun babasının, onun da babasının gözleri var bu servilerin yapraklarında, bize bakarlar; neuzübillah kesmem! Ceddimin bayramı bu serviler. Gel hele, gel! Çık şu toprağın üstüne. Korkma, seni yut- maz, şuradan bakıver ağacın duruşuna, elife benzemez mi? Rüzgârda hû çeker bu ağaçlar. Benden önce vardı, benden sonra da kalacak, oğluma," diye feveran eden Molla Ahmet Efendi'nin, ocaktakiler gittikten sonra eli ayağı çözüldü. Ha- yatta kalan son oğlunu birkaç yıl önce kaybettiğini hatırladı. Yıkılacak gibi oldu ama yıkılmadı. Sağ elinde nicedir olma- yan serçeparmağının yerini öptü. Üç erkek, tek kız çocuğundan tüm erkek çocuklarını kaybetmenin, onlardan daha çok yaşamanın utancıyla dizlerinin üzerine çöktü, dua etti.
Kader kime, neyi yükleyeceğini en iyi bilendi.