Etnolog Germaine Tillion, 1907'de Fransa'nın Haute-Loire bölgesinde Katolik bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. Bir süre psikoloji okudu, ardından o yılların en önde gelen etnoloğu Marcel Mauss'un Sorbonne ve College de France'ta verdiği derslere katıldı. 1934-40 arası Kuzey Afrika'da Berberi kabilelerin birkaç yüzyıla uzanan sözlü tarihlerini araştırdı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Paris'te direniş hareketine katıldı, 1941'de liderlerden biri oldu, 1942'de ihbar sonucu yakalanarak Ravensbrück toplama kampına sürgüne gönderildi. 1945'te bu kamptan sağ çıkan az sayıda kadından biriydi. Savaş sonrasında, etnoloji dersleri vermek üzere École des Hautes Études en Sciences Sociales bünyesinde çalıştı. Akdeniz havzasındaki ülkeleri içine alan çok sayıda saha araştırması gerçekleştirdi. 1954'te başlayan Cezayir savaşında arabulucuk görevi de üstlenen Tillion, FLN önderlerinden Yusuf Saadi ile görüşüp onları tek taraflı bir ateşkes için ikna etti.
1960'lardan itibaren dünya hukukunu geliştirme derneğinin başkan yardımcılığını yürüten Tillion, etnolog olarak sahip olduğu bilgi birikimini, halk sağlığının korunmasına, azınlıkların korunmasına, açlık ve kölelikle mücadeleye yönelik programlarla kamuyla paylaştı. Tillion 19 Nisan 2008'de hayata gözlerini yumdu
Kuzey ve güney Akdeniz'in her yanında kızların bekâreti -çok tuhaf şekilde- öncelikle erkek kardeşlerini ve bütün kardeşlerden de fazla, en büyük erkek kardeşi ilgilendiren bir meseledir. Yedi yaşındaki küçük bir erkek çocuk bile, güzel bir genç kıza bekçilik yapmak üzere yetiştirilir ve onu ne tür tehlikelerin beklediğini çok iyi bilir. İşte bu tehlike çocuğa, namuslu bir ailenin tümünü yerin dibine sokacak, hatta şerefli ataların bile mezarlarında dönmelerine yol açacak kadar korkunç bir utanç kaynağı olarak anlatılmıştır. Ve o burnunu bile silmekten aciz oğlan, aile efradına karşı, biraz hizmetçisi, biraz annesi, sevgisinin, tiranlığının, kıskançlığının nesnesi-kısacası kız kardeşi-olan güzel genç kızın küçük ve mahrem sermayesini korumaktan kişisel olarak sorumludur.
Jineoloji/Sosyal Bilimler
Kimliğin ve kültürel yapının her bir toplumun kendi özünden değil, düpedüz toprağa el koyma biçiminin örgütlenmesinden ve bu örgütlenmenin zaman içinde geçirdiği evrimden kaynaklandığını ileri sürüyor. Özellikle Akdeniz havzası ve Mağrip ülkelerinde ki Kadının toplum yaşamındaki yerini yer yer arkeoloji yer yer sosyoloji yer yer tarih ve inancin etkileri çerçevesinde inceleerken kıta avrupası (Almanya, Italya, Yunanistan ve ozellikle Fransa) ile karşılaştırarak etnografik bir eser ortaya çıkarmış. Ayrıca Cezayir kökenli yazar ozellikle ikinci dunya savaşında ve sonrasında kişisel anlamda yaptığı toplumsal( barışa yönelik) çalışmalar da biyografisinin daha detaylı okunması için insani etkiliyor.
Ayrıca bu kitabi daha önce okuduğum Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadin (Fatmagül Berktay ) kitabının bir devamı olarak okudum. Her iki kitap birlikte okunursa daha keyifli ve doyurucu bir okuma olacaktır.
Ve Netflixde Gazeteci Christiane Amanpour un Dünya Genelinde Cinsellik ve Aşk adlı 6 bölümlük mini dizi/belgesel çalışmasını da izlemenizi tavsiye ederim.
Kadının sosyal statüsüne tarihsel bağlamda bakarken bu durumu sadece birey olarak kadın üzerinden değil kent kavramı ile ortaya çıkan mülkiyet kavramı ile ortaya çıkan aşiretler üzerinden de kapsamlı etnolojik çıkarımlar yapmaktadır.
Bu etnolojik incelemelerin günümüzdeki devamlılığını ve/veya dönüşümlerini ise yıllar boyu bulunduğu Cezayir, Fas, Moritanya gibi bölgelerdeki halkla kurduğu iletişimle kitabına yansıtmaktadır. Böylece 20. yüzyılda dahi kitabına konu olan endogami, miras paylaşımı, kan davası gibi olayları doğrudan yaşamış ya da ilk ağızdan dinleyerek okuyucusuna aktarmıştır.
Lakin eserin yazılmasında kullandığı bazı kaynakları 2. Dünya Savaşı sırasında imha edilmiş ve eserini de yolculuğu esnasında hazırladığı için bu bağlamda kaynakça sıkıntısı çekmektedir. Bundan dolayı da okuyucu bu esere güvenini yalnızca anlatıcıya duyduğu güvenle sağlayabilir ki bu durumu da kitabının daha ilk cümlesinde Heredotus'tan alıntıyla açığa vurur.
"Ben bana anlatılanlara inanmamazlık etmem... ama bunlara pek inanmam da." diyerek aslında okuyucusuna seslenmektedir.
Harem ve Kuzenler, Mağrip bölgesi üzerinden miras, türban, namus cinayeti, erkek şiddeti vb. can alıcı konular üzerinde çokyönlü önemli bir antropoloji-etnoloji kitabıdır.