"Aslında hepimiz 'evvela ben' diyerek kendimiz için istedik ve aradık huzuru fakat yetmedi, yetmeyeceğini yaşayarak tecrübe ettik. Toplumlar, devletler de gerçek huzurun peşine düştüler. Çünkü yalnızken bir şekilde çaresine baktığımız başımızın, birlikte yaşadıklarımızla da hoş olmaso gerekirdi. Bu nedenle yeri geldi huzurun yolunu yordamını tarif eden usul erken öğrendik, haddi aşmayalım, hadlere riayet edelım diye adaba sarıldık; geleneklerimiz göreneklerimiz oldu. Hakaretten, gıybetten, suizandan, fuhuştan, arsızlıktan uzak kalmak için ahlaktan nasiplenelim istedik. Rüşvet alıp vermeyelim, hırsızlık etmeyelim, kimsenin ırzına, canına tecavüz etmeyelim diye madde madde kanunlar yazdık, anayasalarımız oldu; yine de gerçek huzuru bulamadık. Zira çözüm sadece 'madde' de değil 'mana' daydı."
İmam Gazâlî (k.s) ise, “İnsanlardan bir iyilik gördüğün zaman önce Allah’a şükret..” diyerek asıl iyiliği bilinmesi gerekenin Rabbimiz olduğuna dikkat çeker.
“Gönül hun oldu şevkinden boyandım yâ Resûlallah...” naatıyla bildiğimiz Yaman Dede’nin (k.s) Resûlullah Efendimiz (aleyhisselatuvesselam) aklına geldiğinde “mecalim kesildi” diyerek bir yere tutunma ihtiyacı hissetmesini, sadece “iman ettim” demiş olmalarıyla açıklayamayız.
Gariptir ki başkalarına hizmet ettiğimizde nefsî bir “seçilmişlik” hissine kapılabiliyorken, birinci dereceden yakınlarımızın hizmetini gördüğümüzde o seçilmişlik hissinden eser kalmıyor.