Türklerin kalbi o uzak cephelerde değil, Boğazlarda atıyordu. Churchill'in dediği gibi: "Boğazlar, Türk insanının boğazı gibiydi; onu sıkılması o canlının ölümü demekti."
Ama ya şimdi adına moral dediğimiz, o maneviyat? İşte o konuda terazinin kefesi Türk tarafında çok ağırdır. Zaten böyle olmasaydı, tarihlerin bugün Çanakkale'de bir Türk zaferinden değil, ağır bir yenilgiden söz edeceğine kuşku yoktu.
İstanbul ve Boğazlar, çok devletin tatlı hayaliydi. Bulgar’ın Yunan’ın, Rus’un, İngiliz’in, Fransız’ın ve daha bilmem kimin… Herkes elini uzatmış bu pırlantayı kapmak sevdasındaydı.
Çoğu yarı çıplak, çoğu yarı açtılar. Haftada bir öğün kemikli bir parça et verilebiliyordu. Bitkisel yağda haşlanmış buğday kırığı yiyorlar, sağlık şartlarından mahrum su içiyorlar. Taş üzerinde yatıyorlar, güneşe, fırtınalara, soğuğa, yağmura karşı korunmamış siperlerde çamur ve toz içinde günler geçiriyorlar, fakat dünyanın bütün vasıta ve imkanlarına sahip düşmanlarını buldukları zaman aslanlar gibi dövüşüyorlardı. Bu ne gösterişsiz, nümayişsiz bir yurt sevgisiydi. Arkalarında fakir bir vatan toprağı duran bu insanlar, savaş boyunca birer kahramandılar. Ölüme bu kadar gülerek giden bir başka millet yoktur. Bu nitelikleri sebebiyledir ki, hürriyetlerini en ağır bedelle ödüyorlar, esaret bilmiyorlardı.
Mareşal Liman Von Sanders