Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Milel ve Nihal Dergisi

Milel ve Nihal DergisiMilel ve Nihal Dergi: Cilt 12 - Sayı 2 dergisi
Dergi
8.3/10
3 Kişi
16
Okunma
3
Beğeni
835
Görüntülenme

En Yeni Milel ve Nihal Dergisi Sözleri ve Alıntıları

En Yeni Milel ve Nihal Dergisi sözleri ve alıntılarını, en yeni Milel ve Nihal Dergisi kitap alıntılarını, etkileyici sözleri 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Mâturîdî’nin Te’vîlâtü’l-Kur’ân’da: ‚Allah hiçbir şey bilmezken sizi annelerinizin karnından çıkardı, size işitme (duyusu), gözler ve kalpler (el-ef’ide) verdi‛ âyetini tefsir ederken yaptığı değerlendirmeler de kalbin akıl anlamında kullanıldığı çıkarımını desteklemektedir. Mâturîdî’ye göre, âyette zikredilen, işitme ve görme ile fuâd bilgi edinme yollarıdır. Kalp ise bir başka yerde fuâd anlamında kullanılmaktadır. Bu durum bize Mâturîdî sistemi içinde fuâdın kalp anlamında kullanıldığını açıkça göstermektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de geçen bu farklı isimlendirmelerin aklı işaret ettiğini ortaya koymakla birlikte Mâturîdî, akıl kelimesini tercih etmekte ve onun fonksiyonunun özellikle ‚birleşebilenleri bir araya getirme ve ayrılması gerekenleri de ayırabilme‛ olduğunu beyân ederek, kavramların oluşumunun da akıl tarafından gerçekleştiğine işaret etmiş olmaktadır. Mâturîdî’nin bu ifadelerinden anlaşıldığına göre akıl, dış dünyada algılanan eşyada bulunan aynı nitelikleri bir araya getirmekte; aynı zamanda onların birbirlerinden farklı olan yönlerini de ortaya koyarak tek tek tikel nesnelerden kavramlar oluşturmaktadır. Elbette bunu yaparken akıl tefekkür ve nazar yolunu kullanmaktadır.
Mâturîdî, iman etmekle sorumlu kılınmanın akla bağlı bulunduğunu ve imanı oluşturan şeyin hakikatinin bilinmesinin de tefekkür ve nazar yoluylagerçekleşeceğini ifade etmekte, bunu ise kalplerin işi (amelü’l-kulûb) olarak değerlendirmektedir. Bütün bu veriler birlikte değerlendirildiğinde, bir Kur’ân yorumcusu olarak Mâturîdî’nin te’vilini üstlendiği kutsal kitabın terminolojisini takip ederek, ‚kalp‛ kelimesine geniş bir anlam yüklediği ve ona akletme fonksiyonu da verdiğini söylemek uygun olacaktır. Nitekim onun ‚kalplerin perdeli‛ oluşu ifadesini ‚tefekkür ve tedebbürü terk etmek‛ olarak açıklaması da bizim böyle bir sonuca varmamızın haklı olduğunu göstermektedir.
Reklam
akıl nedir?‛ sorusunun akıl ile cevaplanamayacağı açıktır. O halde bu konuda diğer bilgi kaynaklarına müracaat edilmelidir. Bu noktada duyulardan bir yardım gelemeyeceği açıktır. Nitekim Mâturîdî’den önce Muhâsibî (ö. 243/857), âdeta bu gerçeğe işaret edecek biçimde beş duyu ile bilinen cisimlik, uzunluk, genişlik, tat, koku, dokunma ve rengi saymakta, aklın bu şekilde nitelenemeyeceğini belirtmektedir. Dolayısıyla akıl, duyu bilgisinin alanı dışında kalmaktadır. O zaman da aklı tanımak için başvurulabilecek tek kaynak, vahiy olmaktadır.
Açıkçası Mâturîdî’ye göre aklın mâhiyeti nedir? Bu sorunun cevabını Mâturîdî’nin günümüze ulaşan eserleri Kitâbü’t-Tevhîd ile Te’vîlâtü’l-Kur’ân’da bulmaya çalıştığımızda,bunlarda aklın mâhiyetini ‚tam olarak‛ ortaya koyan herhangi bir açıklama tespit edilememiştir. Kuşkusuz Mâturîdî’nin zihninde ‚akıl‛ bir problem olarak mevcuttur. O halde onun bu konuya ilgisiz kaldığı söylenemez. Bu durumda kendisinin böyle bir açıklama yapmamış olması, onun bu konuyu ihmal ettiğini göstermez. Aksine bu suskunluk, bilinçli bir tercihin sonucu olmalıdır. Çünkü aklın ne olduğunu belirtecek olan yine aklın kendisidir. Acaba akıl kendi kendinin ne olduğuna dair bir hüküm verebilir mi? Bir başka ifade ile akıl kendi kendinin öz yapısını bilebilir mi? Bu ve benzeri sorularla iştigal eden Mâturîdî, sonuçta bu konuyla ilgili her soruya olumsuz yanıt vermiş olmalı ki, aklı mâhiyeti açısından tanımlamamıştır. Zira ona göre akıl, kendi mâhiyetinin ne olduğunu bilme gücüne sahip değildir. Akıllar, akılların keyfiyetini ve mâhiyetini (keyfiyyetü’l-ukûl ve mâhiyyetuhâ) idrak etme noktasında âcizdir ve cahildir. Akıl kendisinin nasıl işlediğini ve mâhiyetini bilemez. Bu durumda Mâturîdî’ye göre, ‚akıl nedir?‛ sorusunun akıl ile cevaplanamayacağı açıktır.
Postmodernzm
Baudrillard için postmodern düşünce, bundan böyle anlamdan ve hakikatten yoksun, teorilerin boşlukta gezinip kendilerini tükettiği, olanaklı tanımların olmadığı, her şeyin olup bittiği, tüm olanaklılıkların uç noktasına varıldığı, her şeyin kaynayarak ve içe çökerek infilak ettiği nihilistik bir evreni anlatır. Edebiyatta, siyasette, sanatta, felsefede vs. olanaklı biçimler ve işlevler tüketilmiştir. Kusursuzlaştırma her şeyin sonunu getirmiştir. Bu nedenle Baudrillard, her şeyin bitip tükendiği, aynının kusursuz ve sonsuz tekrarlarına mahkum olduğumuz, geleceği olmayan bir gelecekle, tam bir yok oluşla karşı karşıya olduğumuzu düşünür. Yapabileceğimiz tek şey kırıntılarla oynamak, yani üretilmiş ve tüketilmiş olanları yeniden birleştirmektir. Bununla birlikte Baudrillard, sanılanın ve iddia edilenin aksine, belli belirsiz bir umut da taşımaktadır. Çünkü postmodernizm, insanların bir zamanlar neşeyle yıktıkları ve şimdi ayakta kalabilmek için üzüntü içinde yeniden inşa etmeye çalıştıkları her şeyi, geçmiş kültürleri, sırları vs. geri getirme eğilimindedir. Bu, gerçekleşir mi bilinmez. Ancak Baudrillard, kendi yaklaşımını dile getirdiği Anahtar Sözcükler’in son pasajında, birçok postmodernistte tanıklık ettiğimiz, belirsizlikle hemhal olarak özgürleşme ve insanın onurunu kurtarma kaygısını açığa vurmaktadır ki, bu son derece olumlu bir yaklaşımdır.
Bugün hala Müslüman sufi ve filozoflarla ve tabi ki insanlığa ait bütün felsefelerle, bilimlerle, sanatlarla vb. barışmamakta diretiyorsak bu, farklılık ve özgürlük fikrine ne kadar uzak olduğumuzun ve tarih boyunca birlik, bütünleşme, bir dava potasında erime duygusunun genlerimize ne denli köklü ve sağlam kazındığının bir göstergesidir. Belki de savaşların acımasızlığı ve hayatta kalma mücadelesi bizleri hep bir olmaya itti ve birlik olmanın ne denli önemli olduğuna bizleri ikna etti. Ancak bu duygu nedeniyle yeniliğin ve yaratıcılığın yollarını tıkadığımızın, bir zamanlar felsefe, bilim ve tasavvufla edindiğimiz tüm kazanımlarımızı kaybettiğimizin, ancak Batıya eklemlenerek ve Batının himayesinde varlığımızı sürdürdüğümüzün farkına varmamız gerekiyor. Acilen farklılığın mühim bir değer olduğuna, eleştiri ve özgürlüğün hayati derecede önemli olduğuna, bu dünyanın güzel ve yaşanılası olduğuna ve dolayısıyla bu dünyayı ve hayatı okumanın, araştırmanın; sırf dinsel bir okuma değil tüm farklılıklara açık bir okuma ve araştırmanın ne denli kıymetli olduğuna bizi ikna edecek İslami argümanlara ve söylemlere ihtiyacımız var. Çünkü böylesi bir argüman ve söylemden hala yoksunuz.
Sayfa 121Kitabı okudu
Reklam
Modernizm özerklik adına, postmodernizm ise olumsal özgürlük ve farklılık adına aşkın Tanrıyı öldürmek ve dinin metafizik temellerini yıkmak zorunda kalmıştır. İlle de Tanrıyı öldürmek ve metafizik temelleri yıkmak gerekmiyor bizim açımızdan. Ancak her iki söylemin de dine yönelik eleştirisini ciddiye almak ve şu dersi çıkarmak zorundayız: Din kendine özgü bir dil oyunu olma vasfını kaybetmeden ve metafizik temellerini yitirmeden özgürlüğü ve farklılığı tesis etmeye, bu dünyayı ve insanları ötekileştirmeden ve değersizleştirmeden bizlere sevdirmeye, sahici bir hoşgörüyü, merhameti, adaleti ve yaratıcılığı inşa etmeye mecburdur. Aksi halde hep ötekileştirmeyle, şiddetle, köleleştirmeyle, gayri insanilikle vs. anılacak ve insanlığın hafızasında ve yaşamında zamanla değerini ve önemini kaybedecek, nefretin, parçalamanın, istismar ve köleliğin arkaik bir simgesi durumuna dönüşecektir.
Sayfa 120Kitabı okudu
Nietzsche’nin Dionysos’unun, Heidegger’in Varlık ve hiçlik’inin, Derrida’nın karar verilemez ve ötekisinin ve içkinleştirilmiş bir Tanrı anlayışının, evrensel bir sevgi, hoşgörü, merhametin mistik/tasavvufi metinlere gönderme yapmadan layıkıyla anlaşılacağı kanaatinde değiliz. Hepimiz biliyoruz ki, vahdeti vücut demek, postmodernistlerin hep peşinde oldukları bir paradoks olan, “farklılıkta birlik” demektir.
Sayfa 121Kitabı okudu
Din, kendine özgüdür. Onun kendine özgü bir ontolojisi, epistemolojisi, etiği vb. vardır. Onun dünyayı, varoluşu ve hayatı anlamlandırma ve yorumlama açısından kendine özgü bir dili, üslubu ve tarzı vardır. Wittgenstein’ın sözleriyle “Bir Tanrıya inanmak, yaşamın anlamını soran soruyu anlamak demektir. Bir Tanrıya inanmak, dünya olguları hakkında henüz son sözün söylenmediğini görmek demektir. Tanrıya inanmak, yaşamın bir anlamı olduğunu görmek demektir.” Şimdiye kadarki izahlarımızdan açıkça anlaşılacağı üzere, modernizm de postmodernizm de dinin kendine özgü anlamlandırma ve yorumlama tarzı ve tekniği üzerine inşa edilmiştir.
Sayfa 120Kitabı okudu
Postmodernlik eleştirilse de, kendimi postmodern hissediyorum :)
Postmodernistler için makbul din, Tanrısız bir dindir ya da sekülerleştirilmiş bir dindir. İçkinleştirilmiş ve hayatı yorumlamanın ve kimliklenmenin olumsal malzemelerinden biri olarak, dilin yarattığı ve hiçbir temeli, yaratıcılığı, aşkınlığı, dışsal buyruğu ve otoritesi kalmamış; müphem, dünyevi, belirsiz, değişken ve muğlak karakterde, sonsuz yorumlama özgürlüğüyle sonsuzca çoğaltılabilen bir Tanrı ya da Tanrılar var artık karşımızda. Zaten postmodern birey, hiçbir geleneğe kendisini tam olarak ait hissetmeyen, belirsizlik, güvensizlik ve olumsallık içinde kendisini yapboz parçalarıyla sürekli yaratıp bozan biri değil miydi?
Sayfa 116Kitabı okudu
Reklam
Alain de Botton’un "Ateistler İçin Din" adlı eseri, postmodernistlerin dine karşı tavırlarının en açık ve samimi ifadesini sunar bizlere: “Tanrının var olmadığına inanmaktan hiç vazgeçmedim. Ancak dinle, onun doğaüstü içeriğini onaylamak zorunda kalmadan ilişki kurmanın bir yolu olabileceği düşüncesi sayesinde özgürleşmeyi başardım. Bu kadar çok şeyden vazgeçerek dinin, mantıklı olarak tüm insanlığa ait olması gereken deneyim alanlarını kendi egemenliğinde görmesine izin verdik; şimdi bu alanları yeniden seküler dünyanın içine almak için harekete geçmekten çekinmemeliyiz.” İşte bu nedenle, Habermas’ın Derrida için, “Tanrının olmadığını bilir, ama yine de Ona inanmayı sürdürür” demesi anlamlıdır. Dolayısıyla dinsel geleneklere karşı mesafeli durmak ve hatta onları ekarte etmek ve bununla birlikte aşkın Tanrıyı öldürmek ve yaratılmışla yaratan arasındaki sınırı kaldırmak suretiyle Tanrıyı içkinleştirmek postmodenistlerin genel tavrı olmuştur.
Sayfa 113Kitabı okudu
özgürlük ve farklılık adına öznenin öldürülmesi, mutlak hakikatin, temelin, istikrarlı anlamın, dışsal otorite ve gerçekliğin yıkılması, aşkın bir gerçeklikten, dilin ve tarihin ötesindeki evrensel ve sonsuz bir boyuttan seslenen, olmuş-olacak her şeyi önceden belirleyen ve böylelikle bireyin karar verme ve kendini özgürce inşa etme imkanını ve dolayısıyla varoluşsal sorumluluğunu da elinden alan bir Tanrının öldürülmesini gerektirir. Böyle bir Tanrı varsa insan köledir, bir hiçtir.
Sayfa 112Kitabı okudu
Postmodernizmle birlikte, “Bir ben var benden içeri” veya “Nefsini bilen Rabbini bilir” sözlerinde ifadesini bulan ve hemen her dinsel ve mistik gelenekte karşılaşılan evrensel ve ezeli/ebedi ilahi benlik/ruh inancı da anlamını ve önemini kaybeder. İnsanların/varlıkların özde birliğini anlatan bu inanç, farklılığa ve özgürlüğe bir tehdit olarak algılanır postmodernistlerce.
Sayfa 113Kitabı okudu
117 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.