Munchausen Sendromu, adını çok seyahat eden ve dramatik, ama gerçek dışı hikâyeleriyle tanınan Alman süvari subayı Baron von Munchausen’den (1720-1797) alır. 1951 yılında Richard Asher, bireylerin hastalık öyküleri ürettikleri bir “kendini kötüye kullanma” modelini tanımlarken Baron von Munchausen’i ve onun efsanevi hikâyelerini hatırlayarak bu modele “Munchausen Sendromu” adını verir. Bu uydurmalar basite alınacak cinsten değildir. Çünkü uydurma hastalık hikâyeleri, hastaların üzerinde karmaşık tıbbi araştırmaların yapılmasına, pek çoğunun hastaneye yatırılmasına ve gereksiz ameliyatlara yol açar. Konunun uzmanı bir psikiyatrist olan Marc D. Feldman, 2004 yılında bu sendromu “Playing Sick” adı altında kitaplaştırdı. Tuhaf ve gerçek hasta vakalarının akatarıldığı bu kitap, sahte hastalıkların hem hastalar hem de bakıcılar üzerindeki yıkıcı etkisinin de anlatıldığı ilk eser: “Her şey normal görünüyor, ama madem hastalıktan bu kadar eminsin, hadi tedavi edelim.” (s.11)
“Stockholm Sendromu” ilk kez 1973 yılında, İsveç’in başkenti Stockholm’da yaşanan bir olaydan ismini alır. Banka soyguncuları tarafından altı gün boyunca rehin tutulan banka görevlileri, duygusal olarak suçlulara bağlanırlar. Rehineler olay sonrasında yakalanan suçlular aleyhine ifade vermekten kaçınırlar. Hatta soyguncuların avukatlık ve savunma giderlerini karşılamak için aralarında para toplarlar. Gazeteler, “soyguncular bankadan para çalamadılar, ama bazılarının kalbini çaldılar” şeklinde manşet atarlar. Rehinelerden biri, serbest kaldıktan sonra nişanlısını terk eder ve banka soyguncusunun hapisten çıkmasını sekiz yıl bekler. Sonra da onunla evlenir. “Stockholm Sendromu,” ilk defa psikiyatrist ve kriminolog Nils Bejerot tarafından tanımlandı. Bejerot, İsveç’in en iyi uyuşturucu madde bağımlılığı araştırmacılarından birisidir ve “Addiction and Society” kitabında şöyle der: “Bağımlılığın bir beyin hastalığı olduğuna dair bilimsel paradigma, sosyal ve kültürel bağlamlarda yer almaktadır.” (s.75)
Tabiatın sahibi ve efendisi olabileceğini düşünme hatasına düşen insan, hava durumunu bile net tahmin edebilmekten aciz olduğunu göremeyecek kadar kör. Oysa bırakın efendisi olmayı, insanın dünya üzerinde sahiplik iddia edebileceği tek bir toz tanesi bile yok.
Stephen Hawking’in çocuklarına üç nasihatı:
• Yıldızlara bakmayı hatırlayın, ayaklarınızın ucuna değil.
• Çalışmaktan asla vazgeçmeyin, çalışmak insana anlam ve amaç verir, çalışmadan geçirilen hayat boştur.
• Aşkı bulacak kadar talihliyseniz, bunun ender rastlanan bir şey olduğunu hatırlayın ve kıymetini bilin.