Osmanlı’da mikrobiyoloji alanındaki çalışmalar Dr. Aleksandr Zoiros Paşa’nın 1886 yılında Louis Pasteur’ün laboratuvarını ziyareti ile yeni bir aşamaya girer. Amaç sık karşılaşılan kolera salgınıyla mücadele etmek ve bilimsel araştırmaların yapılmasını sağlamak için İstanbul’da bir tesis kurmaktır. 1893 yılında, Paris Pasteur Enstitüsü’nden gelen Dr. Maurice Nicolle öncülüğünde Bakteriyolojihâne-i Şâhâne kurulur. 1911 yılında kurum Çemberlitaş’a taşınır ve başına Dr. Paul-Louis Simond getirilir. Adı da Bakteriyolojihâne-i Osmanî olarak değiştirilir. O dönemde kolera, savaş alanlarında hızla yayılırken İstanbulluların salgından korunması için çalışılmış, hastaların bakımına ayrılan mekânlar kordon altına alınmış. Şehrin su örnekleri her gün bu laboratuvarda incelenmiş. Suyun kaynatılarak içilmesi gerektiği, salgının durdurulabilmesi için hijyenin önemi halka duyurulmuş. Salgınlar nedeniyle II. Abdülhamit 1893 yılında “tebhirhane” adı verilen dezenfeksiyon merkezleri kurdurur. Görevleri, salgın hastalığa yakalanmış kişilerin evlerini ve eşyalarını dezenfekte etmek. Bunlardan ilki de Gedikpaşa Tebhirhanesi. Louis Pasteur’den bir alıntı: “Bilim ülke tanımaz, çünkü bilgi insanlığa aittir ve dünyayı aydınlatan meşaledir.”
• “Fiktif” ne demek?
• Düşsel, uydurma, kurmaca, sanal, gerçek olmayan, var sayılan… Roman, hikâye, masal gibi edebî eserler için kullanılır.
• Bu romanın kahramanları fiktif.
• Fiktif bir karakter gibi sokaklarda geziniyorsun.
2019 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Peter Handke oldu. Solak Kadın’dan bir alıntı: “Bana bu akşam, sanki ömür boyunca dilediğim her şey gerçekleşecekmiş gibi geliyor. Sanki bir büyüyle, bir mutluluk durağından öbürüne, arada hiç yol kat etmeden geçebilirmişim gibi bir duygu.” (s. 16)
Latince “funiculus” kelimesinden türemiş olan “funicular,” kısaca “ip” anlamına gelen “funis;” bizim dilimize “füniküler” olarak geçmiş. “Kabataş-Taksim Füniküler” 1875 yılında hizmete giren dünyanın en eski ikinci metrosu. Halk ona “Tünel” adını vermiş. İlk hizmete girdiğinde iki uzun ahşap vagondan oluşuyor. Vagonların birine yerleştirilen bir platformda hayvanlar da taşınıyor. Ne öyküler yaşanmış bu Tünel’de, bir Yakınçağ Osmanlı Tarihi Uzmanı olan Vahdettin Engin, “Tünel’den Füniküler’e” kitabında anlatıyor. İşte bir alıntı: “Bu zamanda biraz iktisatlı ol, fazla yağ tüketme.”
“Nihale” kelimesinden hoş bir kız ismi olacağını düşünmüşümdür hep. Tınısı bende tatlı bir his bırakan kelimelerdendir o. Anlamıyla hiç de uyuşmayan, sanki çok daha fazla ilgiyi hak ediyormuş da bahtına bu düşmüş gibi. Aynı kaderi paylaştığına inandığım pek çok kelime var üstelik. Şezlong, fıskiye, kerpeten, bigudi, hendese, farbala, reçine, şemsiye, jübile vb. Amerika’ya köle olarak götürülmüş Afrika kökenli siyahiler de benim gibi düşünmüş olmalı. Dillerini anlamadıkları “beyaz”ların emrinde köle olarak yaşarken duydukla/rı ve belli ki tınısını hoş buldukları İngilizce kelimeleri doğan çocuklarına isim olarak vermişler. Örneğin; Cup (bardak), Longway (uzun yol), Horseback (at sırtı), Fishing (balık tutmak), Drum (davul), Broom (süpürge) vb. Bu arada, siyahilerin, beyazların isimlerini ve hatta kendilerine doğuştan verilmiş asıl isimlerini o dönemde kullanma izni olmadığını unutmamak lazım. Dolayısıyla Elisabeth Pearson’ın Amerikalı siyahilerin isimlendirme geleneklerinin dramatik bir şekilde kölelikten etkilendiğini düşünmesi hiç de yanlış değil. Her ne kadar bugünün Amerikalı siyahileri, artık diledikleri ismi seçebilse de genellikle beyaz kültürün isimlerinden farklı isimleri tercih ediyorlar. Kendilerine ait bir isim kültürü oluşturmuş gibiler. Birkaç örnek: Ashanti, La’shante, Lucrisha, Shuverta, Mfon, Quentin, Keeyon, Q’J’Q’Sha, Kaijaffa vb. Çoğunun herhangi bir anlamı yok. Bu isimlerin arkasında yatan gerçekleri ortaya koymaya çalışan Bobby Cenoura da “Siyahilerin İsimleri Önemlidir” kitabında bu konuyu işlemiş.