Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Tarih ve Toplum Dergisi

Tarih ve Toplum DergisiTarih ve Toplum Dergisi - Sayı:5 / 1984 Mayıs dergisi
Dergi
10.0/10
4 Kişi
2
Okunma
13
Beğeni
674
Görüntülenme

Hakkında

Okurlar

13 okur beğendi.
2 okur okudu.
7 okur okuyacak.
Reklam

Sözler ve Alıntılar

Tümünü Gör
"Biz bugün büyük bir tarihin fihristini yazıyoruz. Öyle bir tarih ki ebediyete kadar gidecektir. " -Tunalı Hilmi Bey
Shahab Ahmed’e göre hakikat, toplumsal düzenin iki farklı katmanı etrafında kurulmuş iki farklı bilgi kuramı üzerinden farklı şekillerde telaffuz edilir. Eğitimli seçkinler, daha az eğitimli kitlelere rehberlik etmeleri için var olan kutsal metinlerin ötesindeki hakikati, kitlelere ait ve kutsal metinlerin hakikatinin geçerli olduğu kamusal alanın uzağında kalan ve sadece kendilerine mahsus mekânlarda gerçekleşen mahrem meclislerde bilim, felsefe ve tasavvufa dalarak araştırıp tartışır. Böylece seçkinlerin hakikati, kitlelerinkinden farklı olsa da, onlara açık olmayan mekânlarda dillendirildiğinden kamusal alanın dışında kalır.
Reklam
Ayfer Karakaya-Stump’ın “ortodoksi-heterodoksi karşıtlığı yerine, müteşerri veya şeriat-merkezli İslâm ile mistik/batıni İslâm farklılaşması” üzerinde durması da korkarım meseleye doyurucu bir çözüm getirmiyor, zira “fıkıh konularında maharetli” gibi bir anlamı olan “müteşerri” sıfatını sadece Kadızadeliler için kullanırsak, onların karşıtlarının, örneğin Halvetilerin, şeriata önem vermediklerini ima etmiş oluruz ki, zamanın Halvetilerinin böyle düşündüğünü sanmıyorum.
Kısacası, ehl-i hal, Sünni İslâm’ın sırbozucuları (disenchanter anlamında) tarafından ‘ilm-i halin söylemsel düzleminden tedricen tasfiye edildi. Aynı zamanda, 16. yüzyılın başlarına kadar kendilerini Sünni olarak tanımlayan bazı kâşif Sufiler, aksi yönde hareket ederek, Tanrı’ya yaklaşabilmek için nefsi tasfiyeye yönelik ahlâki yükümlülüklere ağırlık verip Müslümanlığın merkezinde bulunan bazı ibadet yükümlülüklerini arka plana attılar.
Metinler üzerinden inşa edilmiş dar bir akılcılığın erken modern dönemde Sünni İslâm’ın merkezinde egemenlik kurması, gönlü sırlarla dolu bir dünyada mükâşefe deneyimlerinin peşinden koşmaktan yana olan kâşif Sufilerin Sünni İslâm’ın çehresinden tamamen silindiği anlamına gelmiyor. Sufi tarikatları varlıklarını imparatorluğun sonuna kadar korumuş ve hatta Halvetîler de Mevlevîler de 17. yüzyılda Kadızadelilerin öfkesini üstlerine çekmiş olan devran ve sema ayinlerini –19. yüzyılda giderek azalarak da olsa– sürdürebilmişlerdir. Ne Sünni İslâm’ın Sufiliği zahidlikle sınırlayan (metinsel) akılcıları, ne de onların, Orta Çağlar’ın gizeme bürünmüş dünyasında ortaya çıkmış esrarlı tasavvufun Sünni İslâm’ın mecrasında yaşamını pekâlâ da sürdürebileceğine inanan mükâşefeci muhalifleri –Erdebil Sufileri müstesna– erken modern dönemde yeni bir mezhep kurmuştur.
Erken modern sıryitiminin daha geniş bir “düşünselleşme ve akılcılaşma” sürecine dönüşümünün zaman alması (ve sekülerleşmenin sekteye uğramasında), öyle sanıyorum ki, mütesennîlerle siyasî erk arasındaki ittifak kadar, bu alim-bürokratların, aklı nakledilmiş bilgilerle sınırlayan bir bilgikuramının tek yetkili yorumcuları olmalarından kaynaklanan toplumsal ve siyasî imtiyazlarını korumak istemelerinin de önemli bir rolü olmuştur.
Tarih ve Toplum Dergisi Sayı:19 (Bahar 2022)
Tarih ve Toplum Dergisi Sayı:19 (Bahar 2022)
Maharram Akperov

Maharram Akperov

@maharramakperov
·
13 Ocak 20:10
Farklar da Osmanlı toplumunun çoğunluğunun Müslüman olmasından ziyade, siyasi erkin, nispeten çoğulcu Orta Çağ İslâm geleneği yerine, merkeziyetçi Doğu Roma ve siyasi erkin güçlü olduğu göçebe Orta Asya geleneklerini kendine örnek alması ve örneğin, eğitim kurumlarını ve hukukun uygulanmasını kendinden önce hiçbir Müslüman hanedanın başaramadığı kadar merkezîleştirip alimleri –Abdurrahman Atçıl’ın deyimiyle– alim-bürokratlara dönüştürmesi sonucu ortaya çıkan gelişmelerdir.
Büyübozumunun bu anlamını akla getirebilecek düşünceler Osmanlı Sünni İslâmı’nın ana akım mecrasına Müceddidi Nakşibendilerin 18. yüzyılın sonlarında imparatorluğu Avrupa emperyalizmine karşı güçlendirmek için bilimsel ve teknolojik reformları kucaklamalarıyla girdi ki, bu geleneği Müceddidîlerin 19. yüzyıldaki takipçileri Halidî Nakşıbendîler üzerinden izlersek, Türkiye’de İslâmi hareketlerin hatipler değil de mühendisler tarafından kurulmuş olmasının hiç de şaşırtıcı olmadığını görürüz.
Tarih ve Toplum Dergisi Sayı:19 (Bahar 2022)
Tarih ve Toplum Dergisi Sayı:19 (Bahar 2022)
Maharram Akperov

Maharram Akperov

@maharramakperov
·
13 Ocak 18:33
[D]üşünselleşme ve akılcılaşmanın artması yaşanan hayat şartları hakkındaki genel bilgilerin artması demek değildir. Bu daha farklı bir şeydir. Düşünselleşme ve akılcılaşma kişinin bu bilgileri istediği takdirde her zaman öğrenebileceğini bilmesi veya buna inanmasıdır. Yani bu bilgilere ulaşma hususunda esrarengiz, gizli ve hesap edilemeyen güçler olduğu ilke olarak kabul edilmemekte, aksine her şeye hesaplama yoluyla hükmedilebileceğine inanılmaktadır. Bu ise dünyanın büyüden arındırıldığı anlamına gelir. Zira artık bu tür güçlerin varlığına inanan vahşi gibi, ruhlara hâkim olmak veya onlardan niyaz etmek için sihir veya büyüye müracaat edilmemektedir. Sihir veya büyünün işlevini artık teknik gereçler ve hesaplama yapmaktadır. Düşünselleşme işte her şeyden evvel bu manaya gelmektedir.
Reklam
Ayrıca Weber yukarıdaki alıntıda dünyanın büyüsünü kaybetmesi için gereken dinî değişimden söz ederken, özellikle, dinin Tanrı ile gizemli bir birleşmeyi [unio mystica] gerektirmemesinden söz etmektedir ki, bu, ileride değineceğim üzere, tam da Birgili’nin kendi çağdaşı olan bazı Sufileri tenkit ederken İslâm’da yeri olmadığını altını çizerek söylediği şeydir.
Tarih ve Toplum Dergisi Sayı:19 (Bahar 2022)
Tarih ve Toplum Dergisi Sayı:19 (Bahar 2022)
Maharram Akperov

Maharram Akperov

@maharramakperov
·
13 Ocak 18:38
Dinsel yeterliğe sahip ustaların, bu dünyadaki hayatı bir tanrının iradesine göre şekillendirmeye çalışan zühdî [asketisch] bir tarikat halinde birleştikleri yerlerde farklı gelişmeler görülmüştür. Bunun kendiliğinden gerçekleşebilmesi için de iki şey gerekmiştir. Öncelikle insanı selamete çıkaracak en yüce değer [Heilsgut], tefekküre meyyal nitelikte olmamalıdır; yani, dünyanın tersine, sonsuza kadar varolacak bir varlıkla birleşmeyi öngörmemeli, zevkle ya da duyarsızca mest olarak ulaşılacak bir (tanrı ile) ittihad [unio mystica] halini de gerektirmemelidir. Çünkü bunlar daima günlük yaşamın dışında ve gerçek dünyadan ayrıdır ve insanı ondan uzaklaştırır. İkincisi, böyle bir inanç sistemi, olanak ölçüsünde, ilahî gücün araçları olarak sırf büyüye ya da kutsal ayine [Sakrament] dayanmamalıdır. Çünkü bu araçlar dünyadaki eylemin dinî önemini göreceleştirerek değerini azaltır ve ilahî yargıyı, akla uymayan bir dizi sürece bağlar. Böylece iki şey başarılmış olur: Dünyanın büyüsünü kaybetmesi ve selamete ulaşma yolunun tefekküre dayalı bir “dünyadan kopma” olmaktan uzaklaşıp etkin zühdî bir “dünya mesaisi”ne dönmesi.

Yorumlar ve İncelemeler

Tümünü Gör
Henüz kayıt yok