Parayı elinde tutan, tarihin en zor ve kritik anlarında bile, acımasız ve duygusuz davranarak daha zengin olma peşindedir. Zenginlik dürtüsü onlara hâkim olan tek duygudur.
Türk yasası, kendi rızasıyla diz çöküp aman dileyenlere dokunulmaması, kötülük yapılmaması, mallarına el konmamasını öngörüyordu. Bir yeri anlaşarak hâkimiyetlerine geçiren Türkler, orada yaşayanlara "Rumların aralarındaki meseleleri çözmekte tek yetkili metropolittir. Kiliselerde ayinleriniz serbesttir. Malları olanların malları korunacaktır" şeklinde teminat veriyorlardı. İstanbul'un fethinden çok sonra, 1454'te Mora Dukalığı teslim olacağını, ancak imtiyazlarının devamını istediğini bildirince Fatih Sultan Mehmed, Yunanca yazdırdığı bir ferman göndererek imtiyazların devamını ilan etti. Tarihçi Hammer, Fatih'in bu fermanını yayımlamıştır. Bosna Hersek, Arnavutluk ve Sırbistan'da çiftlikleri ve egemenliklerini kaybetmek istemeyen çok sayıda soylunun Müslüman olduğu bir gerçektir.
Sonunda dogmatik gibi gözüken kavga, özünde pastayı paylaşma kavgasıydı. Kiliselerin birliği konusunda tartışmalara katılanların karşılıklı iddialarını bu perspektifte değerlendirirsek gerçeği yakalayabiliriz. Gennadios ve Notaras'ın Türk propagandası yaparken bilinçli ve ücretli birer casus olduklarını söylemek insafsızlık olur. Onlar kişisel olarak değil, Rum feodal sınıfını temsilen hareket ediyorlardı. Bu sınıf Frenklerin yerine Türklerin egemenliğine girmeyi tercih ediyordu. Türkler, söz verdiklerinde, Hıristiyan soyluların aileleri ve servetlerinin korunmasına özen gösteriyorlardı. Latinler ise öyle değildi. Latinlerin çirkin yüzü Haçlı seferleri sırasında görülmüştü. Küçük, büyük bütün çiftçilerin tarlaları ve ürünlerine el koyuyor, yağmalıyorlardı