Ben küçükken annemin ellerinin kokusu çok hoşuma giderdi. Annem öldükten sonra anladım ki o koku fedakârlığın ve yitip giden bir ömrün kokusuymuş. Şimdi benim ellerimde kokuyor o koku.
Sen hiç hüznü yakından gördün mü çocuğum?
Gölgeledin mi boğazından çıkan hıçkırığı kıkırtıyla?
Kederinden umut damıttın mı?
Aynı acının denizinde iki defa yıkandın mı?
Sen hiç kaybetmenin kıyısına vardın mı çocuğum?
Arkasından baktın mı kara trenin?
Dün vardı bugün yok semtinde konakladın mı?
Sen hiç sevdiğini toprağa ektin mi?
Yapacaksın çocuğum.
İşte buna büyümek denir.
Eline bir kazma verildiğinde bunu anlayacaksın.
Herkes zannediyor ki geçti gitti.
Evet geçti...
Üzerimizden zaman geçti, acı geçti, hüzün geçti, keder geçti, hasret geçti, gurbet geçti.
Peki tüm bunlar geçip gittikten sonra bizden geriye ne kaldı?
İnsan; gönül ehline varınca cevher haline gelir. Sevilince insan olur insan.
İnsan gibi hisseder en azından.
Çünkü insan ait olduğu yere varınca fırtına diner, bir bahar başlar.
Hasılı; sevmek belki bir şeydir, ama sevildiğini bilmek çok şeydir.
İnsanın annesi ölünce yüreğinde derin bir yara açılırmış: hiçbir merhemin geçiremediği bir yara. Zaman, o yaranın üstüne bir örtü örtermiş. Başlarda ince, sonraları daha da kalın örtüler. Böyle böyle zaman geçermiş ve yara artık görünmezmiş, hatta zannedermişsin ki yara iyileşti. Ama bazen öyle şiddetli rüzgarlar esermiş ki yaranın üstündeki örtüler birer birer uçarmış. Anlarmışsın ki zaman bu yarayı sarmaya yetmiyor. İşte öyle bir zamandayım anne! Üstümden zaman geçiyor ama bu yara iyileşmiyor.