Kapkaranlıktı tüm şehir.
Sen geldin,
ve bütün şehir aydınlandı.
Kupkuruydu kaldırımlar, topraklar.
Sen geldin,
yağmur başladı,
ve bütün şehir ıslandı.
Çıt çıkmıyordu koskoca şehirde, her yer sessiz.
Sen geldin,
bir gök gürledi, güzel bir müzik başladı,
ve bütün şehir uyandı.
Sen geldin,
inanabiliyor musun?
Sen geldin,
Sen geldin,
Geldin...
Hoş geldin.
Ama şimdi bütün sevilecek insanlar,
hepiniz,
bir şehir hariç bütün şehirlerdesiniz.
Oralar sizli, şuralar sizli,
buralar sessiz, çünkü sissiz.
Burası dediğimiz yerler farklı,
orası dediğimiz bile,
seksende bir belki,
düşünmeye itiyor insanı bu.
Şu ya da o...
Mesela,
yıldızlarla dolu olabilir mi hala,
beraber bakamadığımız bir gökyüzü?
Yola çıkan herkes bir bebektir aslında çünkü her şeye yabancıdır, her şeyi öğrenmeye hazırdır ve uyuduğumuz tek an sallandığımız her andır... Farkında değiliz belki ama hayatımızın çoğu anında uyuyoruz aslında; ayaktayken, otobüsteyken, yürürken, yemeğimizi yerken, suyumuzu içerken bile... Hayat bir beşikten farksızdır. Bizi sallar ve uyutur... Her birimiz bunu hisseder fakat birbirimize gösteremeyiz. Beşikten farksız olmasından da öte hayat bizzat bir beşiktir, içinde her an uyuduğumuz... Oysa bu uyku ardında koskoca bir enkaz bırakır. O zaman şöyle mi desek? Hayat beşik sandığımız koskoca bir depremdir belki de... Bebekken beşik sandığımız her şey büyüdüğümüzde depremimiz olur, enkaz ise içimiz.
Geçmiş değişmez ve değiştirilemez, geçmişin üzerine hiçbir şey eklenemez. Geçmişin üzerinden hiçbir şey eksiltilemez. Savaşın geçmişle olmasın çünkü geçmiş yeniden yazılamaz. Yeniden yazabileceğimiz tek şey, şimdidir.