Varoluşçuluğun öznelciliğine gelince o da –komünistlerin ileri sürdükleri gibi– burjuva kökenli oluşunun bir belirtisi değildir; insanı bir nesne
gibi görmeyi istemeyişinin bir işaretidir. Çünkü bu öznelcilik, öznelerarası
ilişkileri kapsar; insanın varoluşu ancak başkalarıyla olan ilişkilerine göre
belirlenir, evrenselliği de özünde değil durumundadır: Her insan, durumunun
somut gerçeğiyle öbür insanlara bağlanır. Bundan dolayı özgürlüğün hem tek
insan için hem de bütün insanlar için istenmesi gerekir. Böylece özgürlük ve
insancılık temeli üzerinde bir ortaklaşalık oluşacaktır. Bu, açık bir insancılıktır.
Bu tasarıyla insan kendini seçerken bütün insanları da seçmiş olur. Çünkü o tasarıyla
gerçekleştirmesi gereken bir insan imgesi kurar. Onun için seçme bir değerlendirmedir. Böylece her insan her an bütün insanlığa bağlanır. İşte, varoluşçuların bunaltıyı özgürlük içinde bırakılmışlığın bir belirtisi gibi
görmeleri bundandır. Bunaltı gelip bir yerde sorumluluk duygusuna yani eyleme
ve ahlaka dayanır. Varoluşçuluk, ahlakı bir nesnel değerler üzerine değil, insanın
kökten özgürlüğüne yaslandırır: "İnsan özgür olmaya mahkûmdur."
Evet, şu noktada anlaşıyoruz: İnsan doğası diye bir şey yok, başka bir deyişle her çağ
diyalektik yasalara göre gelişir ve insanlar insan doğasına değil,çağlarına bağlıdırlar.