Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Mavi Renk

Mavi Renk
@Kemal_Tahir
lisans
47 okur puanı
Mart 2021 tarihinde katıldı
Bence Osmanlı-Türk tarihinde iki dâhi vardır; Fatih Sultan Mehmet ve Mustafa Kemal Atatürk. Biri, tüm dünyayı ve tarihin akışını etkileyen bir imparatorluk kurmuş, öteki de tarihin akışını değiştirerek yıkılmış, yenilmiş işgal edilmiş bir din-tarım imparatorluğundan, çağdaş bir Türkiye Cumhuriyeti yaratmıştır
Reklam
Paşam, söyler misiniz, bu harbe niçin girdik? Ve üç dört yıl içinde bunalttığı bir nefesi boşalmış gibi ohlayarak bekledi. İşte cevap: Aylık vermek için! Ve ilave etti. Hazine tamtakırdı. Para bulabilmek için ya bir tarafa boyun eğmeli, ya öbür tarafla birleşmeli idik. Kırtasiye ve maaş imparatorluğunun tarihi işte böyle biter
Sayfa 117Kitabı okudu
Anadolu Ahmet'ini soruyor. Ahmet, o daha dün bir kurşun iştifinden daha ucuzlaşan Ahmet, şimdi onun pahasını kanadını kısmış, tırnaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz. Ahmet'i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek... Fakat biz Ahmet'i kumarda kaybettik!
Sayfa 116Kitabı okudu

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
“Şam'a döndüğümüz vakit birçok yeni şeyler öğrenmiş yeni silah tecrübelerinde bulunmuş, Krupp'un kaynar demir ırmağını ve Kil'deki top istiflerini görmüş, fakat bir şeyi, zafer ümidini son damlasına kadar kaybetmiştim. Batıyorduk...
Sayfa 108Kitabı okudu
Bunlar hep Talât'ın oyunları imiş. Hatta Talât demiş ki: Canım, Mısır fethi olmazsa bile Cemal Paşa ya şehit olur, yahut ordusu berbat ve perişan olunca beynine bir tabanca sıkarak bizi kendinden kurtarır! Bunlar o zamanki liderler arasındaki gizli husumetleri göstermek bakımından ilgilendirici. Yalnız birinin hakikat olmasını isterdim: Keşke Enver yerine Cemal, Harbiye Nazırı olsaydı! Birinci Dünya Harbi'ne girmezdik ve batmazdık.
Reklam
Hususi kaleminde çalıştığım ve bana o kadar kudretli gelen Talât Bey'in bile onun gölgesinde kaldığını seziyordum. Esasen ona fikirci bir adam olarak bir değer vermemiştim. Bana göre bizim gençliğin aradığı hürriyetleri, kadın, tefekkür ve hayat hürriyetini ancak Cemal Paşa'dan ve eğer varsa, onun kafasmda olanlardan beklemek gerekti. Enver'le Orta Çağ müslümanlığı, bütün yeşilliği ile devam edecekti.
Dimetoka'da genişçe bir salonda toplanıldığını hatırlıyorum.Epey kalabalık var.Hacı Adil, tümen komutanları Fahri Paşa, Fethi Bey hep üst saftadırlar. Aşağıya doğru öteki misafirlerin arasında bir kurmay göze çarpıyordu.Sarışın, sert ve bakınırken gözlerine takılmamak imkansız.Hacı Adil, ara sıra ona dönüyor. Belli ki, rütbesi ile nisbetsiz bir önemi var. Biz Meşruiyet'in komitacılık aleminde bu önlemlere alışmıştık. Salondan çıktıktan sonra, Hacı Adil'e ile bu zatın kim olduğunu sordum. Mustafa Kemal Bey dedi.
Vahdeddin Rauf Bey'in Balkan Harbi'ndeki Hamidiye zırhlısının süvarisi olarak gösterdiği kahramanlığı övdü, Damat Ferit'i kendisinin de sevmediğini söyledi. Mondros Mütarekesi hakkında Rauf Bey'in verdiği bilgileri sessizce dinledi. Sonra ayrılacakları sırada, hırçın bir tavırla Vahdeddin Rauf Bey'e şu sözleri söyledi: Beyefendi, ortada bir millet var, koyun sürüsü! İdaresi için bir çoban lazım. O da benim!Anılarında bunu anlatan Rauf Bey, “Maksadı buymuş, anlaşıldı, donmuş kalmıştım” diye yazar.
Bizim başınıza gelenler ve gelecekler veli nimetimiz, koruyucumuz ve asırlar boyu efendimiz olan Osmanlı Devleti'ne karşı işlediğimiz günahların, giriştiğimiz isyanların ilahi bir cezasıdır. Şerif Hüseyin'in bu sözlerini oğlu Ürdün Kralı Abdullah, Türkiye'nin Amman Büyükelçisi Celal Tevfik Karasapan'a iletmişti. Kral Abdullah 1942 yılında Türk Büyükelçisi Feridun Cemal Erkin'e de, Türklerin İzmir Marşı'ndan babası Hüseyin'in çok etkilendiğini anlatmıştı. Bahçede marş çalınırken duyup üzülmesin diye pencere kapatıldığında Hüseyin şunları söylemişti: Pencereyi aç, şu marşı dinleyeyim, duyduğum vicdan azabının şiddeti, o eski hatıraların canlanması ile büsbütün artsın. Bu dünyada çektiğim ıstıraptan artan vicdan azabıyla büsbütün ağırlaşsın, ta ki Cenab-ı Hak bu günahkâr kulunu dünyada affederek, ahirette daha büyük cezadan korusun
Sayfa 152Kitabı okudu
Şerif Hüseyin dini motifleri kullanan ve halife olmak isteyen biridir fakat asıl davası Araplıktır. Ünlü casus Lawrence anılarında Hüseyin'in şu sözlerini nakleder: Hıristiyanlar Hıristiyanlarla savaşıyor, o halde neden Müslümanlar da Müslümanlarla savaşmasın? İstediğimiz tek şey kendi dilimiz de, Arapça konuşan ve bizi huzur içinde yaşatan bir hükümettir. Aynı zamanda şu Türklerden de nefret ediyoruz. İsyan hareketleri 1916 yılı Haziran ayının ortalarında başladı. 27 Haziran'da Şerif Hüseyin bir beyannameyle isyanını resmen ilan etti, Hüseyin “Tüm Müslüman kardeşlerimize” hitabıyla başlayan beyannamesinde Osmanlı padişahı ve halifelerini övüyor, “Türk İttihatçılar” diyerek İttihat ve Terakki hükümetinin Türkçülük yaptıgını, dinsiz olduğunu, İstanbul'da kadınların erkeklerle beraber ve yüzleri açık olarak devlet dairelerinde çalıştığını, İstanbul dergile rinde din karşıtı yayınlar yapıldığını, bu gerekçelerle isyan ettiğini söylüyor, hiç hilafeti alınaktan falan bahsetmiyordu.
Reklam
Kâmil Bey ne yapacağını şaşırarak karısının elini tuttu, Yavaş sesle, apaçık yalvardı: “Bugün bu memlekette kibar yer yok, sevgilim, duşmanlara ırzlarını satanlar var. Biz de onların içine girecek değiliz. Sen olup bitenleri bilmiyorsun. Beni dinle ruhum, palavranın hiçbir çeşidinden hazzetmediğimi bilirsin! Sözlerimi sakın yanlış anlama. Bir vatan kaybetmek üzereyiz. Bu felakette öncelikle bizim gibi yaşayanların büyük suçluluğu var. Biz, bu toprakların nimetlerinden bol bol yararlanmışız! Sonra, bizi bolluk, zenginlik, sefihlik içinde yaşatanlara, bu uğurda asırlardır perişanlık çekenlere karşı hiçbir zaman vazifemizi yapmamışız. Bir vatan kaybediyoruz, karıcığım, bunun anlamını kavrayamadığına eminim. İnşallah, kavramana da meydan kalmaz. Ben Hindistan'ı, Siyam'ı, Mısır'ı, yani sömürgeleri hep dolaştım. Oralarda, yabancı üniformasıyla dolu salonları, sarayları gördüm. İngiltere'de tanıdığımız subaylardan hiçbirisi, sömürgelerinde gördüklerime benzemiyordu. Londra'da insan olan bir binbaşı, Hindistan'da hayvan haline gelmişti. Bugün, istanbul'da, seni bunlardan birisiyle konuşurken görmeye bile katlanamam. Biz burada kalacağız, karıcığım, bu kırmızı yün kazağınızla siz burada oturacaksınız. Sonuna kadar boğuşulacak... Zafer kazanılacak... Kılığımızı, kıyafetimizi o zaman düşünürüz.”
Sayfa 270 - İthaki Yayınları-28.BaskıKitabı okudu
Kâmil Bey, bu eski kâğıtları karıştırdıkça bir garip kedere kapıldı. Eski adamlar, bütün davranışlarını dine uydurmaya uğraşmışlardı. Yürüyen ve değişen hayatı donmuş kalıplara uydurmaya çalışmaktan daha zavallı bir iş olur mu? Zamanın hâkim sosyal fıkri (din) olduğu, herkes servetini, canını, şerefini ona bağladığı halde, onu kurtarıp yaşatalım derken nasıl da kolayca berbat etmişlerdi. İşte, her vesika, her ferman, her kadı mahkemesi hükmü, dini, başka başka kazançlara alet edebilmek için, akıl almaz şeriat hileleriyle dolu...
Sayfa 103 - İthaki Yayınları-28.BaskıKitabı okudu
Araplar mezhep kurucusudurlar. Biz Türkler tarikat kurucusuyuz. Arap mezhepleri Sufiliğe, Türk tarikatları tasavvufa dayanır. Tasavvufa göre dünyada her şeyden önce güzellik vardı. İbadet bu güzelliğe tutkunluktur. Bu sebeple Türk'ün bağlanacağı inanç Allah korkusundan değil, Allah sevgisinden gelir. Okudukça tasavvufun yalnız Türk'e mahsus bir yol oldugunu anladım. Türk illerinde doğmuş, Anadolu'da gelişmiştir. Türk tasavvufu, Şamanlıkla İslamlığın karışımıdır. Buna biraz da Yeni Platonculuk katılmış Roma Anadolusundan kalıntı... Daha doğrusu Stoisizm... Anadolu'ya Şeyh Ahmet Yesevi adına halifeleri yaymıştır tasavvufu... Bunların hepsi dünyadan el çeken basit köylülerdir bence... Pir Dede, Keyifli Baba, Horoz Dede, Abdal Musa, Avşar Dede, Akyazılı Baba, Kudümlü Baba Sultan, Sarı Saltık... Bunlar köylü halkı etkilemişler, Anadolu'nun İslamlaşmasını, bir anlamda Türkleşmesini sağlamışlar. Anadolu bu tohuma o kadar uymuş ki, Yunus Emre gibi kocaman bir dahi sanatçı yetiştirmiş...”
Sayfa 71 - İthaki yayınları-28.BaskıKitabı okudu
Burada on dakika dolaşmak, temelleri birkaç yüzyıldır çatırdıyan kocaman bir imparatorluğun neden çöktüğünü insana anlatabilirdi. Bir devletin, devrini tamamladığı, adaletinin bu halinden belliydi. Burası, karmakarışık, yırtık pırtık, mahvolmuş bir adaletin süründüğü “antika” bir yerdi
Sayfa 107 - İthaki Yayınevi-28.baskıKitabı okudu
"Arabacı kırbacını şaklatarak sıska hayvanlarını haydalıyor, yokuş gittikçe dikleştiği için Kamil Bey koca gövdesinden adeta utanıyordu."
Sayfa 55 - İthaki Yayınları-28.BaskıKitabı okudu