Sevindim, çok sevindim. “Şiir”e karşılık gelen İngilizce “poem” kelimesi, “taşların arasından akan su” anlamına geliyormuş. Suların taşlara dokunuşu, hiçbir kelimenin yetişemeyeceği bir akış. Şiiri aşan bir ahenk. Şairlerin hep duyduğu ama dile getiremediği bir “şey” var orada, bir şey. O “şey” her neyse, orada uyur, sadece uyur. Ele gelmez, dile vurmaz. Hep başlayan, hep yeniden başlayan, her daim taze, hep biricik; yeni ama yine değil, hiç bıkmayan, usanmayan, yorulmayan. Söz gibi. Sözün Elçisi gibi.
A. Ali Ural’ın Peygamber’in Aynaları’nı okurken hissettiğim de o “şey”. Taşların suskunluğunu dillendiren suyu duyar gibi oldum Ebu Bekir (ra)’in “O diyorsa doğrudur” suskunluğunu nefeslenirken. Suların kimselere söyleyemediği sızısına sırdaş oldum Ömer (ra)’in kılıcını elinden düşürdüğü, ateşli öfkesini Tâhâ’nın sessizce kestiği o ana dokunurken... “Uzaktan bir aynanın yansıması düşünce şehre yarış başladı. Biz çağrıldığımız tarafa değil, tam aksi istikamete doğru fırladık. Hayır, isyan etmemiştik, bizi çağırana doğru koşmak istiyorduk gerçekten. Fakat neredeydi O? Bir kez parlayıp kaybolmuş olsa da gökyüzünde, kalplerimiz emindi kimin beklediğinden.” Ne güzel anlatmış Ali Ural 33 sahabiyi Ömer i Osmanı , Aliyi, Ebu Bekiri ,Talhayı, Musabı ,Hamzayı , Fatımayı, Haticeyi, Aişeyi, Ummu Selemeyi, Hasan ve Hüseyin i, Zeydi, Bilal i ,Ebud Derdayı ve daha yazamadıklarımı. O ne güzel vekildir, O ne guzel nebidir.....