Sloane sarsılmaz bakışlarını üzerimden ayırmadı. “Senin olayın ne, tatlı oğlan?”
“Benim olayım mı?”
“Beni duydun. O ahmağın evine çıkageldin, beni kafesinden kurtardın, evini yaktın ve beni kaburga yiyip bira içmeye çıkardın. Ama hâlâ senin hakkında hiçbir şey bilmiyor sayılırım. Yani, senin olayın ne? Neden Briscoe’nun evindeydin?”
Omuz silktim. “Uzuvlarını parçalamaya ve acı verecek derecede yavaş ölümünün tadını çıkarmaya gelmiştim.”
“Neden o ama? Boston’dan biraz uzağız. Eminim sizin oralarda da eğlenebileceğin pek çok serseri uyuşturucu satıcısı vardır, tek bir adam için bu kadar uzağa gelmene gerek yoktu.”
Ağır bir sessizlik havayı yoğunlaştırdı, ikimiz de ağzımıza götürdüğümüz kaburgalarla donakalmıştık. Sloane’un yüzü düşerken dudaklarıma kurnaz bir gülümseme yayıldı.
“Benim kim olduğumu kesinlikle biliyorsun.”
“Aman Tanrım.”
“Biliyorsun. Kendi bölgemde ne avlamaktan hoşlandığımı biliyorsun. Ne kadardır hayranımsın?”
“Tanrı aşkına, kes.”
Sloane büktüğü bileklerinin arkasına alnını yaslarken kıkırdadım, “Hangisi favorindi?” diye sordum. “Derisini yüzüp Griffm’s Wharf’taki geminin pruvasına astığım adam mı? Peki ya vinçten sarkıttığım adama ne diyorsun? O epey popüler oldu.”
“ En kötüsü sensin anladık tamam.”