<<Evet, yaşlanıyorum. Bir yıl daha geçti, sen de, Toprak, sen de bir hasat daha geçirdin. Bugün ölüleri anma günü.>>
<<Biliyorum. Yolunu gözlüyordum, Tolunay. Yine yalnız mı geldin?>>
<<Evet, gördüğün gibi, yalnızım.>>
<<Demek daha söylemedin ona, Tolunay?>>
<<Söyleyemedim.>>
<<Ya başka biri söylerse? Ya biri ağzından kaçırırsa?>>
<<Biliyorum. Nasıl olsa öğrenecek. Büyüdü artık, başkalarından duyabilir. Ama benim gözümde hâlâ çocuk o. Korkuyorum, söylemeye çok korkuyorum.>>
<<İnsan doğruyu öğrenmeli Tolunay.>>
<<Biliyorum. Ama nasıl söylerim? Benim bildiğimi, canım toprağım, senin bildiğini, başkalarının bildiğini, ondan başka herkesin bildiğini nasıl söylerim kendisine? Öğrendiği zaman ne düşünecek, ne diyecek? Kafasıyla yüreği doğruya götürecek mi onu? Hâlâ çocuk. Onun için ne yapacağımı bilemiyorum, hayâta küssün istemiyorum. Hayâtın karşısına yiğitçe dikilsin istiyorum. Âh, bunu kolayca, birkaç kelimeyle, masal anlatır gibi anlatabilseydim ona. Şu günlerde aklımı hep bu kurcalıyor, çünkü bakarsın, ansızın ölüp giderim. Geçen kış hastalanıp da yatağa düştüğümde artık sonum geldi sandım. Ölümden korktuğum yoktu, gelse de karşı koyamayacaktım ölüme, onun gözlerini açamadan ölmek var ya, işte bundan korkuyordum. Bilmesi gereken gerçekleri mezara götürürüm diye korkuyordum. Niye bu kadar üzüldüğümü anlayamıyordu. O da benim için üzülüyordu, okula bile gitmedi, yatağımın başında bekledi hep, ...