Hâlâ bir şey anlayamıyordum, savaş sözünün anlamını o anda pek kavrayamamıştım.
<<Ne demek savaş? Savaş niye çıksın? Savaş mı dedin?>> Bu garip, bu korkunç sözü durmadan tekrarlıyordum, ansızın irkildim; biraz önce duyduğum korku ve bu ürkütücü haber yüzünden ağlamaya başladım.
Gözyaşları yanaklarıma akıyordu artık; öteki kadınlar da ağlamaya, inlemeye başladılar.
Bir erkek sesi, <<Susun! Herkes sussun!>> diye gürledi.
Herkes sustu; haberin yalanlanmasını bekliyorlardı. Ama adam bir şey demedi. Kimseler bir şey demedi. Bozkırda her şey o kadar sessizdi ki, ırmağın köpüklerini duyabiliyorduk. Derin derin içini çekti biri. Herkesin sinirleri yeniden gerildi; ama kimse, kimseler bir şey demiyordu. Evet, her şey o kadar sessizdi ki bozkırda, sivrisineklerin vızıltısını, sıcağın sesini duyabiliyorduk. Kasım, çevresine bakındıktan sonra kendi kendine söylenir gibi mırıldandı:
<<Hasatı kış gelmeden kaldıracaksak acele etmeliyiz.>> Bir an sustu. Biçerdöğerin şöförüne baktı sonra: <<Ne duruyorsun öyle? Motoru çalıştırsana! Sizler de ne bakınıyorsunuz? Buğdayı biçmezsek biz zarar ederiz yine! Hadi, herkes işine!>>
shf: 35, 36