O akşam ilk kez konuştuğum Atatürk'le aramızda şunlar geçti:
— Senin ismin nedir?
— Cemal!..
— Sonu yok mu bunun?
— Var, Cemalettin...
Bunun üzerine Atatürk birden bana doğru ilerliyerek:
— Haaa... dedi. İsimler Kemalettin olur, fakat Cemalettin olmaz. Sen yine Cemal kal ! Dinin Cemali miydin ki, sana bu ismi koydular?
Aradan yarım saat geçmişti. Yemek devam ediyordu. (…)
Fakat Atatürk, bu Cemal adına tutulmuş olacak ki yeniden seslendi:
– Bu Cemalettin ismini kim koydu sana?
Artık adamakıllı korkmağa başlamıştım;
– Babam, diye cevap verdim.
– Öyle ise baban ne adammış senin. Diye sertçe çıkıştı.
Bunun üzerine:
– Ben babamı tanımıyorum. Deyince yüzü daha da sertleşti:
– Babamı tanımıyorum ne demek? Sen babasız mı doğdun? Baban yok mu senin?..
– Ben dokuz aylıkken babam ölmüş.
Atatürk üzüldüğümü yüzümden okumuş olacak ki, birden sesini yumuşattı:
– Ananı tanıyorsun ya yeter!.. Dedi. Ve biraz durduktan sonra ekledi: Ben de babamı tanımıyorum ya… (…)
Atatürk tekrar beni çağırdı. Yemek isteyecek sanıyordum. Fakat Onun aklı hep benim ismimde değil miymiş.
– Ulan, bu ismi sen mi koydun, baban mı? Diye bar bar bağırmaya başladı.
Çok korkmaya başlamıştım. Benim korktuğumu görünce daha fazla bağırıyordu. Artık elim ayağım titremeye başlamıştı. Ayakta duracak halim yoktu. Belki daha fazla kızar da kovulurum, diye gözünden uzaklaşmaya karar verdim. Saat üçe doğru sofrayı bırakarak yatmaya gittim.
O gece sabaha dek gözümü uyku tutmadı. Yattığım yerde dua ediyordum. Kabusla karışık korkulu rüyalar
gördüm. Yavaş yavaş geldiğime pişman bile olmağa başlamıştım. Bu isim de başıma iş açıyordu galiba…
Nereden bulmuşlardı bu “Cemal”i de, bana takmışlardı?