Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Frankfurt Dersleri

Ingeborg Bachmann

Frankfurt Dersleri Sözleri ve Alıntıları

Frankfurt Dersleri sözleri ve alıntılarını, Frankfurt Dersleri kitap alıntılarını, Frankfurt Dersleri en etkileyici cümleleri ve paragragları 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
William Faulkner
Sanki bir kişiyi ismiyle tanıtmak çok ilkelmişcesine, belki de en önemli ya­pıtı olan "Ses ve Öfke"de umarsızlığa düşürüyor Faulkner okurlarını. Hemen hiç kimsenin, bu kita­bın örgü ağı içerisinde yolunu gerçekten bulabile­ceğini sanmıyorum. Üstelik bunun nedeni William Faulkner'in zamanı kullanma biçimi de değil - üç farklı zaman arasında sıçrayıp duruluyor kitapta, bir kaç cümle 1928 yılına gönderme yapıyorsa eğer, bir sonrakiler 1910 yılından söz ediyorlar. Zamandizimsel zamanı örnek almayan metinleri çoktandır tanıdığımızdan, buradan kaynaklanmıyor güçlük, tersine, isimleri yakalamak istediğimizde, yarı yolda bırakılmamızdan kaynaklanıyor. Romanın içeriğini bir aile romanı içeriği gibi veren kapak yazısının ya­zarına imrenerek hayran olmamak elde değil.
Kafka'nın, okuduğu kitaptan beklediğine ilişkin çok güzel bir mektubu var: "Okuduğumuz kitap, beynimize bir yumruk gibi inip onu sarsmıyorsa, neden okuyalım? Bizi mutlandırması için mi? Ulu tanrım, hiç kitabımız olmasaydı da mutlu olabilirdik, gerek­tiği zamansa bizi mutlandıracak kitapları kendimiz yazabilirdik. İçimizdeki buzulu kıran baltadır kitap. Buna inanıyorum."
Reklam
Samuel Beckett
Son romanı "İsimsiz"de başı ve sonu olmayan, umutsuzca kendini aradığı bir içkonuşmayı sürdürür. Bu "ben"in, "Mahood"un hiçbir şey yaşantıladığı yoktur artık, bildiği hiçbir öykü kalmamıştır, ancak bir baştan, bir gövdeden, bir kol­dan ve bir bacaktan oluşan ve bir çiçek kovasında yaşayan bu yaratık, dikkatini toplamaya ve düşünme­ye, yalnızca düşünmeye ve sormaya, -ama neyi dü­şünmek, işte sorunun kendisi!- sorarak hayatta kal­maya çalışır.
Kim onaltı yaşında okudu­ğu bir kitapta yazarın kendi gibi görünen bir ben ile karşılaşıp onunla neredeyse özdeşleşmemiştir ki, ben sene dönüşmüş ve sen ben olmuştur, o ilk inanç ve büyüyle kalkmıştır bütün sınırlar. Rollerin değiş tokuş edilmesine gerek bile kalmamıştır, rol diye bir şey görülmemiştir ki. Tıpkı bizim gibi açlık çe­ken, acı çeken, tıpkı bizim gibi düşünen ve duyan biri değil midir şiirdeki o ben, o da bizim gibi güç­lü ya da güçsüz, yüce ya da zavallı ya da hepsi bir arada değil midir, bir kaç saatliğine ya da bir aylı­ğına, başka şiirlerle başka kitaplar gelerek onun ye­rini alana, yine bizim kendi benimizi istila edene değin onunla özdeş değil miyizdir?
Bir keresinde, annesi tarafından yaptığı şeyi itiraf etmeye zorlanan bir çocuk gördüm; önceleri durak­lıyor ve belki ondan bekleneni anlamıyordu. 'Yaptı­ğını itiraf et' diye diretiyordu kadın. 'Söyle, ben yap­tım de!' Ve birden, sanki beyninde bir ışık çakmış ya da artık susup kendini savunmaktan bıkmışcası­na, 'ben yaptım', dedi çocuk, ve sonra söylediği söz­den daha doğrusu o can alıcı sözcükten çok hoşlanmış gibi, 'ben yaptım, ben, ben ben' diye yineledi. Artık susmak istemiyor, bağırıyor, sonunda gülmekten sa­ra krizi geçiren biri gibi kendini debelenerek annesinin kolları arasında bulana değin ciyaklıyordu. 'Ben yaptım, ben, ben, ben!' Bir benin keşfedilerek tüm çıplaklığı, anlamı ve anlamsızlığı ile ortaya çı­kışını gösterdiği için ilginç bir sahneydi, beni keş­fetmekten duyulan sonsuz bir haz, ben demeye zorlandıktan, bu sözcük eskitilerek olağanlaştıktan, bir kullanım sözcüğüne dönüştükten ve isimlendirmesi gereken her şeyin değerini giderek düşürdükten son­ra duyulması bir daha olanaklı olmayan şekilde du­yulan delirtici bir zevk.
Dört duvarınızın arasında ister­seniz geleneksel anlamda bir mutlu aile tablosu ya­ratabilirsiniz kendinize; ya da isterseniz doludizgin bir yaşam sürebilirsiniz - ama ne yaparsanız yapın, bu dört duvarın dışına çıktığınız anda odak noktası yararlılık olan ve kendine özgü düşüncelerini sizin üzerinizde tutan işlevsel bir dünyanın çarkına kapıl­maya yargılısınız.
Reklam
Şiire gelince, o da insanların uykusunu dağıtabilmek için bilgi kadar yakıcı, özlem kadar da acı olmak zo­runda. Uyuyoruz çünkü, kendimizi ve dünyamızı al­gılamak zorunda kalmanın verdiği korkuyla, birer uykucu kesilmişiz hepimiz.
... Sanki bir insan kendi hayatını ve kişiliğini çe­viriye hiç gerek duymaksızın bir kitaba aktarabilir­mişcesine bize sunulan bir ben. Böyle bir ben, yani ben kurmacasından vazgeçebilecek kadar ele avuca sığmaz ve böylesi tehlikeli bir deney ile Henry Mil­ler'in kitaplarında karşılaşarak ona hayran kalıyo­ruz. Bir de bizi ondan da fazla büyüleyen, çağdaş Fransız yazınının çizgi dışı yazarı, Louis Ferdinand Ce­line'in yapıtlarında. Henry Miller ile Celine'in kitaplarının özyaşam-öyküsel olup olmadığı kanıtlanama­yacağı gibi, önemli de değil. Bizi ilgilendiren, ben kurmacasından feragat etme çabaları yalnızca.
Doyuma ise Marcel Proust'un ro­man yapıtı "Yitik Zaman'ın Peşinde" ile ulaştık. "Ben"ini romana yerleştirip onu aramaya yolladığında, bu ro­mana hiç mi hiç uygun olmayan benin sırtına kosko­ca bir roman yüklediğinde, ona bu başrolü bir kişi ya da bir olay taşıyıcısı olarak vermiyor, tersine, başrolü ona, anımsama konusundaki yeteneği yüzün­den veriyor Proust. Örnekleyeceği şeyi bir tanık ola­rak sunan ben ile bir uzlaşmaya varılmıyor artık, eski anlamda konuşturulmuyor, itirafa zorlanmıyor, tersine, bütün olay yerlerinde bulunduğu ve ka­til zaman tarafından yoluna devam etmeye ve unut­maya zorlandığı ve bir koku, bir tad, bir sözcük, bir tını ile geçmişi -yerleri ve kişileri- yeniden can­landırabildiği, kendi gördüğü, kendi yaşadığı ve ona anlatılan kısmıyla zamanı geri getirebildiği için seçiliyor ben artık. Uzun bölümler boyunca, "ben"in yok olması da Proust romanının bir özelliği.
"Halk, şiiri ekmek gibi gereksinir" Bu etkileyici tümceyi, hiç kuşkusuz olması gerekene yönelik bir isteği dile ge­tiren bu tümceyi Simone Weil yazmıştı bir zamanlar. Oysa insanlar, kaymak gibi sinemalara ve resimli dergilere gereksinmekteler günümüzde; bundan ço­ğunu isteyenler ise (ki bizler de o kişilerdeniz), her şeyden iştahları kaçmasın diye biraz şoka, biraz Ionesco'ya biraz da Beatnik ulumalarına gereksinim duyuyorlar.
Reklam
Nietzsche, bütün bir kuşak için, Andre Gide, Thomas Mann, Gottfried Benn ve daha pek çokları için bir kıvılcım oldu. Brecht için Marx, Kafka için de Kierkegaard aynı işlevi gördüler. Joy­ce'un ateşini tutuşturan, Vico'nun tarih felsefesinden sıçrayan kıvılcım oldu. Buna Freud'un kıvılcım­ları ile, son zamanlar için, Heidegger'in yarattığı etkiyi eklemek gerekir.
En iyi koşullar altında, yazarın başarabileceği iki şey vardır: Birincisi ken­di çağını temsil etmek, ikincisi de zamanı henüz gel­memiş bir şeylerin temsilcisi olmak.
Şiire gelince, o da insanların uykusunu dağıtabilmek için bilgi kadar yakıcı, özlem kadar da acı olmak zo­runda. Uyuyoruz çünkü, kendimizi ve dünyamızı al­gılamak zorunda kalmanın verdiği korkuyla, birer uykucu kesilmişiz hepimiz.
Bizim kuşağımız, önce bağımlı yazın ile, sanat sanat içindir anlayışı arasındaki savaşın yeniden canlanışını yaşadı; söz konusu savaş, bu kez Alman­ya'daki politik yıkımın ve buna bağlı olarak komşu ülkelerin uğradığı yıkımların, gelecekteki yeni yı­kımların sezgileriyle de beslenmekte olan dolaysız bir sonucuydu.
Yatay gelişme diye bir şey yoktur sanat alanında; bu alanda ilerleme ancak yukarıya doğru zorlu ve sürekli yeni tırmanışlarla ger­çekleşebilir. İlerleme varmış izlenimini uyandıran, yalnızca sanatın araçları ve teknikleridir. Uygulama alanında ise düşünülebilecek, söz konusu olabilecek tek şey, değişimdir. Yeni yapıtlardan kaynaklanan değiştirici etki, yeni algılayış biçimlerine, yeni bir duyguya ve bilince varabilmemiz için bizi eğitir.
159 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.