Ve sen geldin.
Uçsuz bucaksız nasıl sevilir öğrettin bana.
Parmak uçlarımla dokunmayı, kırmadan, korkmadan sevmenin tadını verdin kalbime.
Gökkuşağı serpildi kararmış düşlerime, gülüşlerime.
Adı unutulmuş ya da daha adı konulmamış hislere şahit olduğu yeryüzü seninle...
Gel artık! Sen olmayınca yanımda, korku başkaldırıyor, bütün gece, sabaha kadar boğuşuyorum onunla. Ciddi bir yanı var bu korkunun, boşayamıyorum, üstelik durmadan şu gerçeği de sokmak istiyor gözüme…
Bu elle tutulamayan, bu korkunç aşkın sorumluluğunu bütün acılarıyla yüklenen biri olacağım yerde, sözgelişi odandaki, o her zaman seni görebilen, güzelliğini seyredebilen mutlu bir ayna, bir dolap olsam ne iyi olurdu: Gün boyunca izlerdim seni, koltuktaki oturuşunu, mektup yazışını, kalem tutan o güzel elini, dalıp giden yüzünü, uykuya dalışını...Denizin dibindeki avuç içi kadar bir yer okyanusun baskısına nasıl dayanıyorsa, sen de öyle dayanıyorsun Milena. Yaşam rezillik aslında, bunca çirkinlik içinde insanlara dayanabileceğimi ummazdım bugüne kadar, utanç duyardım, ama sen, bir şey öğrettin bana, dayanılmayacak gibi olan yaşam değilmiş. Seni sevip sevmediğimi soruyorsun durmadan, çok güç bunun karşılığını vermek. Mektupla hiç verilemez. Eğer bu yakınlarda yüz yüze gelirsek “soluğum kesilmezse ” söylerim ama bu konuda ettigin her söz etime batan kızgın bir şiş sanki, yakıyor, geçmiyor acısı gün geçtikçe daha da yakıyor.
“Yorgun değilsin aslında, endişelisin. Her yanı tuzaklarla dolu şu yeryüzünde tek bir adım atmaya bile korkuyorsun, bu yüzden her zaman son derece temkinlisin. Yorgun değilsin aslında, sen bu ağır endişeyi izleyecek olan ve gözlerini anlamsızca bir noktaya dikip kalmak şeklinde hayalinde canlanan o ağır yorgunluktan korkuyorsun.”