Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Sınıf Arkadaşları

Cevdet Kudret

Öne Çıkan Sınıf Arkadaşları Gönderileri

Öne Çıkan Sınıf Arkadaşları kitaplarını, öne çıkan Sınıf Arkadaşları sözleri ve alıntılarını, öne çıkan Sınıf Arkadaşları yazarlarını, öne çıkan Sınıf Arkadaşları yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Boş zamanlarında düşünüyordu: Şimdiye kadar o cehennem hayatına nasıl katlanmıştı? Ufacık bir mal insanın karakterini, hatta ahlakını nasıl değiştiriyordu? Demek ki, malı olan insan hiçbir zaman samimi değildi. Onlarda bütün düşünceler, duygular ve hareketler aslının tam tersine olarak işliyordu. En yoksul insan, herhalde en doğal insandı. Malı olanlar ise sadece eğri düşünceli, çarpık duygulu birer gölge, gölge bile değil, ipleri başkasının elinde bir kukla, insan taklidi yapan bir maymun, bir. ..
Sayfa 154 - Evrensel Basım Yayın
Hocanın değneğini yiyen öğrenciydi, ama hocaya bu değnekleri getiren de öğrenciydi.
Sayfa 18 - Evrensel Basım Yayın
Reklam
Yoksulsun sen yoksul kal
Felaket büyüktü. İleri gelen bütün devlet adamları -nazırlar, müsteşarlar, daire müdürleri- yangından çıkanların oturdukları yerleri bir bir dolaşıyor, hepsiyle ayrı ayrı konuşuyor, dertlere çare bulmaya çalışıyordular. Bir gün, öğle üzeri, Süleyman'ların oturduğu medrese kapısında Ziraat Nazırı'nın arabası durdu. Nazır ve yanındakiler hep birden medrese avlusuna girdiler. Çevresinde halk, perişan ve ürkek bir halka çevirdi. Yemek zamanı olduğu halde henüz hiçbiri bir şey yememişti. Nazır sordu: - İçinizde yiyeceği olmayan var mı? Halktan birkaç kişi ayrıldı, ortaya çıktı. Bu sefer Nazır yalnız onlara sordu: - Sizin yiyecek bir şeyiniz yok mu? Ayakları üzerinde güç duracak kadar uzun boylu, zayıf bir adam cevap verdi: - Yok efendim. - Yiyecekleriniz ne oldu? Hepsi yandı mı? - Biz yoksul adamlarız, bey. Yangından önce bir avuç şeyimiz vardı; şimdi o da yandı, işte böyle açıkta kaldık. Nazır birdenbire kızdı, hepsini payladı: - Siz zaten açmışsınız be! Eskiden de bir şeyiniz yokmuş! Ben sizi aramıyorum, ben yangından sonra aç kalanları soruyorum! Medresede Nazırın beğenebileceği kadar aç bulunmadığı için hiç kimseye yardım edilmedi ve devlet adamı, etrafını çeviren halkaya arkasını döndü, yanındakilerle birlikte çıkıp gitti.
Sayfa 150 - Evrensel Basım Yayın
Halktan toplanan yardım paralarına ne oluyor?
Çamaşırcı Hatice Kadın yangından sonra bir medrese odasına taşınmış, oradan bir daha çıkamamıştı. El çamaşırından aldığı para, ayrı bir ev açmasına yetecek kadar çok değildi. Gerçi, böyle açıkta kalan kimseleri barındırmak için halktan yardım parası toplanmış, Beyazıt'tan Aksaray'a inen cadde üzerinde bu para ile dört tane büyük apartman kurulmuş, adlarına da "Harikzedegan apartmanları"* denmişti ama, bunlara yangından çıkanlar oturtulmamış, daireler belediyece ayrı ayrı kiraya verilmiş, bu kiradan gelen para da yangın halkına dağıtılmamıştı. Felaketten sonra yardım parası sıcağı sıcağına toplanmışsa da, yapılar aynı çabuklukla kurulamamıştı. Aradan epey zaman geçtiği için, halkın ilgisi gevşemiş, verdiği paranın nerede kullanıldığını sormak hiç kimsenin hatırına gelmez olmuştu. "Harikzedegan apartmanları" artık doğrudan doğruya belediyenin malı sayılmış, onun yıllık bütçe açığını kapamaya başlamıştı. Bunların yangın halkıyla ancak ismi bakımından ilgisi kalmıştı. Zaten, hali vakti yerinde olanlar birer ev tutup yerleşmişti; medresede kalanlar ise bu apartmanlara layık kimseler değildi; bu kadar konfor onları belki de rahatsız ederdi; oysa medrese odalarında geçen hayat, onların alışmış oldukları hayata uygundu. *Harikzedegan apartmanları: Yangınzedeler (yangından zarar görenler) Apartmanları. Cumhuriyet'ten sonra Türk Hava Kurumu'na verildiğinden Tayyare Apartmanları diye anılan binalar 1980' den sonra satılarak otel yapılmıştır.
Sayfa 207 - Evrensel Basım Yayın
Okulda
Her şeyin ayrı bir zamanı, sırası, düzeni vardı. Gülme zamanı ayrıydı, koşma zamanı, hatta ağlama zamanı ayrıydı. Dayak yemedikçe ağlamak yoktu. Ağlayan bulunursa onlara ayrıca dayak atılırdı. Böylelikle, sebeplerle sonuçlar her zaman birlikte yürütülmüş olurdu. Hele yeni gelen öğretmen çok titiz bir adamdı. Her şeyi vaktinde, saatinde, dakikasında istiyordu. Neyse ki çocuklar saati okuyamıyordular.
Sayfa 23 - Evrensel Basım Yayın
Meydan hala kalabalıktı. Biraz sonra beş, on çöpçü geldi, süpürge ve kovalarla taşları yıkadı. Artık ortada hiçbir iz kalmamıştı. Polisler gitti, halk dağıldı ve hayat eskisi gibi sürüp gitmeye başladı. Az önce sanki hiçbir şey olmamıştı.
Sayfa 143 - Evrensel Basım Yayın
Reklam
Son aylarda düşman uçakları İstanbul üzerinde sık sık uçmaya; bazı yerleri, hele Harbiye Nezareti'ni bombalamaya girişmişti. Çok yüksekten geldikleri için tam tutturamıyor, bombalar Nezaretin çevresine düşüyordu. Şu aylarda Beyazıt herhalde en tehlikeli yerdi.
Sayfa 141 - Evrensel Basım Yayın
Şimdi güneş tam başlarının üstüne yükselmişti. Karşıda, Beyoğlu yakasında, birkaç apartmanın camı parlıyordu. Süleyman, bu camların hala nasıl olup da parladığına şaştı. Daha birkaç gün öncesine, işgal orduları çekilip gidene kadar türlü coşkunlukların, "zito" seslerinin, yabancı bayrakların, şenliklerin, fuhuşların birbirine karıştığı Beyoğlu, şimdi kepenklerini indirmeli, gözlerini kapamalı, ışığını söndürmeli değil miydi? Beyoğlu! Beyoğlu! Süleyman ondan tiksiniyor; onun işte böyle -aşığı tarafından yüzüstü bırakılmış bir kadın gibi- yalnız, haysiyetsiz, yardımcısız kalışına seviniyordu. Delikanlı oraya daha çok bakmaya katlanamadı; gözlerini yine önündeki toprak yığınına çevirdi ve muhtarın ölümü, ona, savaş devrinin, zulmün, fesadın ölümü gibi göründü.
Sayfa 242 - Evrensel Basım Yayın
Asıl donanma beş gün sonra, ayın 13'ünde İstanbul'a girdi. "Averof" kruvazörü, özellikle Dolmabahçe Sarayı'nın önüne demirledi. Her gün, yüzlerce sandal, Rumları Averof'a taşıdı. Bunlar o kadar neşeliydi ki, "Zito!" diye bağırmaktan sesleri kısılıyor, yine de bağırıyordular ve bağırırken ağızlarını "Osmanoğlu"nun sarayına doğru çeviriyordular. Sonunda, padişah, Dolmabahçe'yi bırakarak Yıldız'a taşındı. Rumların gürültüsünden Vahdeddin bile rahatsız olmuştu.
Sayfa 160 - Evrensel Basım Yayın
Çobanlığı zamanından kalma bir alışkanlıkla doğayı ve kırları seven İbrahim, bu geniş toprak parçasının niçin böyle duvarlarla çerçevelendiğini ve bir tek insanın bu ağaçları, hendekleri, tepeleri, gölleri ne yapmak için yalnız kendisine ayırdığını bir türlü anlamıyordu. Havuzlar her gün dolup boşalır, meyveler toplanır, asmalar budanır, sebzeler ekilir... Bütün bunlar ne içindi? Bu koskoca bahçede Paşa üç ayda bir ya gezer ya gezmez, bütün bu sebzeler içinden yılda bir tek marul belki yer, belki yemezdi. Üç ayda bir gezmek için bu kadar büyük bahçenin, yılda bir marul yemek için bu kadar çok sebzenin gereği neydi? Bir salkım üzüm için koskocaman bir bağ yetiştirmek... İbrahim'in mantığı ile İşkodralı Mustafa Paşanın mantığı arasında ne derin bir ayrılık vardı.
Sayfa 51 - Evrensel Basım Yayın
154 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.