“Nasıl olur İsmail Ağa, bu ölümdür!" dedi Bey. "Paşa Ahmed’i ölüme gönderiyor. Ağrıdağı’nın doruğuna çıkmış da hiç geriye dönmüş bir kişi var mıdır? Görülmüş, duyulmuş mudur?"
Vakt erişti gibime gelir. Şu halka bir çare bulamazsak hepimizin kellesi gider. Yarın zulmü bahane ederler, öbürsü gün vergiyi, öbürsü gün sarayımızı, öbürsü gün ekmeği... Ve birikirler birikirler... Yüz bin yılın öfkesi ve de acısıyla... Şimdiki gibi sessiz birikirler. Ve bu kalabalığa güç yetmez. Onlarla ordular, bir dünya kadar ordu olsa başa çıkamaz. Bunlar bir araya gelmeyegörsünler, önüne geçilemez. Bir çare, bunları bir araya getirmemek için bir çare...
Ağrıdağı gecelerde daha büyür, ağırlaşır, dünya yalnız Ağrıdaymış gibi gelir insana. Ulu sessizliğini korkunç gümbürtüler parçalar. Bir uçtan bir uca... Ağrıdağı ıssızlıkta kaynar. Karanlık gecelerde Ağrı silinmez, geceye karışmaz, daha karanlık, ıssız bir gece gibi evrenin üstüne yürür. Ay ışığında bir ince pırıltıdır, salınır. Gecede korkuludur. Karanlığı duvar gibi. Yıldızsız, silme karanlık gecelerde, çok derinlerde, bin yıl ötelerden gelircene Ağrıdağından koygun, boğuk uğultular gelir.
Kaval bittiğinde Gülbahar uzun bir uykudan uyanırcasına uyandı. Duyulur duyulmaz bir sesle:
"Sofi, bu kimin türküsüdür?" diye sordu.
Sofi:
"Bu," dedi, "Ağrıdağının öfkesidir. Ağrı çok öfkelenmiş, sonra da atalar Ağrının bu öfkesine türkü yakmışlar."
Gülbahar her gün, daha gün ışımadan zindanın kapısına geliyor, Sofi de ona Ağrıdağının öfkesini çalıyordu. Gülbahar ne kadar sorarsa sorsun Sofi ona Ağrıdağının bu belalı öfkesi nin ne yüzden ileri geldiğini, öfkenin ne olduğunu bir türlü söylemiyordu.
"İşte öyle öfkelenmiş," diyordu. "Öfkelenmiş de atalar onun öfkesi üstüne bu destanı çıkarmışlar.
sa