Yine mükemmel bir kitap okudum. Kya’nın hikayesi. Hikaye 1946-70 yılları arasında geçiyor. Kya 6 çocuklu bir ailenin en küçüğü. Amerika’da Bataklık kenarında köhne bir evde yaşıyorlar. Baba alkolik bir savaş gazisi. Evi ilk önce anne terkediyor. Ardından kardeşler gidiyor. En sonunda henüz sadece 6 yaşında ve bir süre babasıyla yaşam savaşı veriyor. Çok geçmeden bir gün baba da gidiyor. Kya sosyal hizmetler görevlilerinden, okuldan gelenlerden ve diğer herkesten kaçarak saklanarak evine, bataklığa ve ormana sığınarak, midye toplayıp takas yaparak bir şekilde hayatta kalıyor. Ormanda ve bataklıkta yaşamın şifrelerini çözüyor. Büyüyor tamamen kendi başına, dışarıdan hiç yardım almadan. Çok ama çok güçlü bir genç kadın haline geliyor. Bu arada hikayeyi süsleyen bir de cinayet öyküsü var romanda. Sonu ise tam bir sürpriz.
Kitapseverlere tavsiyemdir
Mükemmel bir distopya. 1950 de ölen yazar, kitabı 1948 de bitirmiş ve son iki rakamı yer değiştirerek kitabın
adını vermiş. Kısa bir zaman önce Fahrenheit 451 i okumuş ve bir süre moral bozukluğundan kurtulamamıştım. Açıkçası 1984, ondan bin beter. Konu 3. Dünya savaşından sonra tamamen değişmiş dünya düzeninde geçiyor. İnsanların hem hareketleri hem de duygu ve düşünceleri sürekli izleniyor. Yakın arkadaşlık, aşk, sevgi, düzeni eleştirmek kesinlikle yasak. Düşünce polisi var. Herkes düzene uymak zorunda. Aksi halde işkence veya idamla cezalandırılıyor. Herşey çok az, ciddi bir kıtlık var. Yiyecek içecek hepsi kalitesiz, pis. Çikolata gramla veriliyor. Esliden karneyle ekmek verildiği gibi. Tarih değiştiriliyor ve yemiden yazılıyor. Diktatörlüğün hoşuna gitmeyen tarih tamamiyle siliniyor ve bir daha gerçek bilgilere erişmek asla mümlün değil. Çok ama çok iç karartıcı bir gelecek. İnsanlar bilinçli bir şekilde cahilleştiriliyor, bilgisizleştiriliyor. Her hareketleri, evlerindeki banyolara kadar izleniyor. Daha fazla yazmak istemiyorum çünkü henüz biten kitaptan sonra kendimi toparlamam biraz zaman alacak. Ama keainlikle
Okuyun, okutun. Mükemmel bir başyapıt.
Arnaldur Indridason’un okudugum ikinci polisiyesi. İlkinde de yine polis memuru Erneldur başroldeydi. Açıkçası “Sesler” romanını daha çok beğenmiştim. Kurgu muhteşemdi. Bu seferki Sesler ile kıyaslayınca biraz yavan kalıyor. Dil yine akıcı, tempo sürükleyici ancak izlanda yer isimleri zorlamaya devam ediyor ki bu konuda yapılabilecek bir şey yok.
Mükemmel bir polisiye gerilim romanı okudum. Kitap öyle bir başlıyor ki sanki ilk sayfada değil 100. sayfadasınız. Karakterler öyle tanıdık, hikaye öyle akıcı... yazarın ilk romanıymış ama son olmayacağı kesin. Kitabı okurken adeta kitap okur gibi değil de sanki çok hızlı bir film seyrediyor gibi hissediyorsunuz. Tempo hiç düşmüyor. Olay bir seri katil hikayesi ama kitabın sonunda bu katile kızıyor musunuz yoksa acıyor musunuz kafanız karışabilir. Hikaye bir yandan günümüzdeki olayları anlatırken bir yandan da katilin günlüğünden sayfaları okuyoruz. Yani bir bölüm şimdiki olaylar bir bölüm ise katilin çocukluğumdan bir dönemin kendi dili ve duygularıyla anlatımı. Annesini ve babasını tanıyoruz ki bu anne babadan başka tür bir çocuk çıkamayacağına zaten ikna oluyorsunuz. Kitap sonunda tabii ki bitmiyor. Veya şöyle demek daha doğru olacak, anlatılan hikayenin ciddi bir kısmı bitiyor ama farklı bir bölüme bağlanıp devam edeceğinin sinyalini veriyor. Kitapla ilgili benim için olmasa bile tek sorun cinayet ve işkence sahnelerinin çok kanlı, iğrenç ve acımasızca olduğu söylenebilir. Böyle sahnelerden hoşlanmayanlar okumasın.
İlk kez bir İzlandalı yazar okudum. Açıkçası başlangıçta adapte olmam zor oldu. Çünkü isimlerden karakterlerin cinsiyeti bile anlaşılmıyor. Örneğin Sigurdur Öli veya Arnaldur isimleri kadın mı erkek mi çıkaramıyorsunuz. Karakterleri gözümde canlandıramayımca da odağımı kaybedebiliyorum. Ama bu engeli aşınca okuduğum kitaptan zevk almaya başladım. Romanın konusu, noel kutlamasına birkaç gün kala Reykjavik şehrindeki büyük bir turistik otelde, otelin kapıcısının öldürülmesi ve polislerin bu cinayeti çözme çalışmaları. Genel olarak kitabın dili son derece akıcı ve gerçekten çok kolay okunuyor. Diğer yandan romana ana olayı besleyen irili ufaklı farklı hikayeler de serpiştirilmiş durumda. Bu arada benim asıl ilgimi çeken konu daha önce adını hiç duymadığım yazar. Arnaldur Indrıdason İzlandalı ve kitapları 20 dile çevrilerek 26 farklı ülkede yayımlanmış ve 8 milyonun üzerinde satmış. The Guardian gazetesi 2011 yılında yazarı, Avrupanın 1 numaralı en iyi polisiye yazarı olarak göstermiş. Ben kesinlikle Arne Dahl veya Jo Nesbo nun Indrıdason dan daha iyi olduğunu süşünmekle beraber hepitopu yaklaşık 300bin nüfuslu bir ülkeden bu denli büyük bir yazarın çıkmış olmasından da duyduğum şaşkınlığı gözardı edemiyorum.
Erlendur camdan bakıyor, kendi yansımasından başka bir şey göremiyordu. Bu adama uzun zamandır dikkatle bakmamıştı ve karanlıkta, ihtiyarladığını daha iyi görüyordu.
Ferzan Özpetek filmleri seyretmiş olmama rağmen daha önce kitabını okumamıştım. Sanki bir film seyreder gibi okuyorsunuz kitabı. Akıcı, sahneler renkli, karakterler film artisti gibi. Tek fark karakterlerin aklımdan geçenlerin hayal gücünüze kalmaması, onların da yazılmış olması. Kitabın konusu birbirine çok bağlı olan iki koz kardeşin yollarınınaynı erkeğe aşık olmaları sonucunda gerçekleşen olaylar nedeniyle yollarının ayrılması. Kızkardeşlerden biri Roma’da kalırken diğerini kader İstanbul’a savuruyor. Aradan 50 yıl geçiyor günümüze geldiğinde. Tüm olayları ve hatta aradaki 50 yılda olanların bir kısmınıgeriye dönüşlerle iki kozkardeşin de ayrı ayrı anlatımlarıyla öğreniyoruz. Bu arada günümüz kısmında geçen sahnelerde 3 çift ile tanıştırıyor bizi Ferzan Özpetek. Aralarında farklı dinamikler var ve bunlarda son derece merak uyandırıcı. Hatta romanın bir kısmında Orhan isminde bir genç var ki onu. Ferzan Özğetek’in kendisi olduğunu sanıyorum.
Sözün özü son derece güzel anlatılmış, renkli karakterler barındıran ve akıcı diliyle elinizden bırakamayacağınız bir roman. Ben bir gecede bitirdim.
Tüm kitapseverlere okumalarını tavsiye ederim.