Ömrüm boyunca böyle bir güzellik görmemiştim. Var olduğunu aklıma bile getiremediğim türden bir güzellikti. Tüm evren kadar engin, gene de bir buzul kadar sabit. İnanılmayacak denli aşırı ama aynı zamanda da bir öze indirgenmiş. Algılarımın sınırları içindeki bütün kavramları aşıyordu.
Beyoğlu Rapsodisi, Ahmet Ümit’ten okuduğum ilk kitaptı. Neredeyse 4-5 yıldır kitaplığımda duruyordu. Hep ertelediğim romana sonunda şans verdim ancak iyi mi yaptım kötü mü bilemiyorum.
Ahmet Ümit’in betimlemeleri çok hoşuma gitti. Benim gibi kitaplarda bahsedilen konumlara çok ilgili bir okuru öylesine besledi ki bu betimlemeleri…Neredeyse
Doludizgin yaşarken, ölüm nedense öyle kolay kolay aklına gelmiyor insanın. Şimdi düşünüyorum da, belki en güzeli budur: Farkına varmadan yaşamak, farkında varmadan ölmek. Fakat yaşam, herkese bu ayrıcalığı tanımıyor, ya da bir yere kadar tanıyor.
Yazgıya inanmam, ama olaylar bu düşüncemin yanlışlığını kanıtlamak istercesine ardı ardına sıralanmaya başladığında, bunları kurgulayan biri mi var diye endişelenmekten de kendimi alamam.
İçki ve tütün kişiliğini yok ediyor insanın. Bir sigara ya da bir kadeh vodkadan sonra artık Pyotr Nikolayeviç değilsiniz; Pyotr Nikolayeviç artı birileri dahasınız. Kendi “ben”iniz bulanıyor ve artık üçüncü bir kişi gibi algılamaya başlıyorsunuz kendinizi…