Çünkü kalabalıkları olduğu gibi toplumları da taklit içgüdüsü ve cesaret eksikliği yönetir. Başkalarının alay ettiği birine on yıl sonra, takdir gördüğü bir kulüpte saygı da gösterecek olsalar, herkes güler. Halk da kralları aynı şekilde kovar veya alkışlar.
Daha da kötüsü tiksintimizi onu özensiz yaratana değil, hiçbir suçu günahı olmayan eserine yöneltiriz: sakat ve biçimsiz varlık yeterince sıkıntısı, derdi yokmuş gibi sağlıklı ve kusursuz varlıkların nahoş davranışlarına da katlanmak zorunda kalır.
Aniden dönüp bize doğru geldi. O sırada kapıldığın harikulade korkuyu birkaç yıl sonra hissetmem mümkün olmayacaktı; çünkü bir yandan yaşla birlikte böyle garip durumlar yaratma, bu tür duyguları yaşama kapasitesi azalırken, bir yandan da toplumsal alışkanlıklar bu kavramları ortadan kaldırır.
Doğacak evladını hayatın nimetlerine erdirmek için zamanın gelişmelerine uygun mektep hazırlamayı bile düşünmeyen bir millet kahır ve sefalet içindeki nüfusunu arttırmaya hizmet insanlığa hayırseverlik etmek midir?
Bu yosunlu damların altındaki kasvetli kasvetli hayatın içinde yaşatmak, bu kirli sokakların bozuk kaldırımları üzerinde süründürmek için evlat yetiştirmek mi?
Hayatta o kadar çok şeyle ilgileniriz ki, belirli bir durumda, henüz mevcut olmayan bir mutluluğun temeli atılırken, aynı sırada, çektiğimiz bir acının doruk noktasına çıkması oldukça sık rastlanan bir durumdur.
Sosyal kişiliğimiz başkalarının düşüncesinin yarattığı bir şeydir. ‘Tanıdığımız birini görmek’ diye adlandırdığımız basit eylem bile, kısmen zihinsel bir eylemdir. Baktığımız insanın dış görünüşünü canlandırdığımız bütün içinde, hiç şüphesiz bu kavramlar daha fazla yer tutar.
Öldüğümde çok sevdiğim şu kitabın sayfalarını artık çeviremez olacağım, bu yüzden de ölmeden önce hepsini okumuş olmaya dair nafile bir umut besliyorum.