Artık benim gözlerim derinlerde batık bir gemi adı, kahverengi yosunların ardından, hülyalı hülyalı bakıyorum dünyaya. Kafamda rutubetli, ağır düşünceler, taşkın sular aranıyorum üfleyecek.
“İçimden atamadığım bir yumru, bir ateş, bir lanet var sanki. Başım çok ağrıyor, kalbim çok ağrıyor, gözlerim çok ağrıyor… Bildiğim, öğrendiğim, yaşadığı her şey yavaş yavaş siliniyor aklımdan… Geceleri azap gibi… Kabuslar yakamı bırakmıyor bir türlü… Kötü bir şeyler olacakmış duygusu var içimde, neyin ne olduğunu kavrayamıyorum çoğu zaman… Zaman benim dışımda ilerliyormuş gibi, zaman beni kusacakmış gibi, kelimeler bir araya toplanıp, bir vücut olup beni içinden atacakmış gibi… Gölge…”
Şair çılgınca kahkalarından birini savurdu.
"Sen çok yaşayasın olur mu? Baban eşeğin tekiydi, anlaşılan sen ondan daha da eşeksin. Eşşoğlueşşek seni..."
Ben de yazıyorum şiir. Gizli gizli, sarhoş sarhoş ve ama hiç sektirmeden. Günün birinde açıyorum çantamı, çıkarıyorum kâğıtları, en sevdiğime, şiirleri en ipek gibi, en güneş gibi olana veriyorum yazdıklarımı.
Kadınlar haklıydı aslında, yirmili yaşların eşiğinde mucizevi şiirler yazdığını düşünen bir şairdim ben. Yazdıklarım benim kaderimdi, bu yüzden kaçınılmaz bir kuvvet taşıyorlardı. Ben seçilmiştim. Yıkılacak ve yeniden kurulacak bir dünyanın, sadece beim bildiğim, dokunabildiğim diyarlarından zihnime akan kelimelerini yayıyordum etrafa. Akıl almaz, tanrısal ve büyülüydüler. Bu, tek bir kelimeyi bile ağlamadan, ölecek gibi coşkulanmadan, birilerini aklimdaki ölüm listesine eklemeden yazamamamdan da belli değil miydi?