Sanki Fuzûlî gençlik aşkına, hocasının ay parçası kızına, hani şu "Gözüm cânım efendim sevdiğim devletlû sultanım" dediği dilbere yeni rastlamış bir âşık gibiydi. Bu adamın aşk hakkında bildiği her şey bir yağmur berraklığıyla dökülmekteydi kaleminden. Derinlikli, çağrışımlı dizeler, aşkın bin bir hâli, sevginin felsefî çözümü. Bir sarmaşık diyordu o aşk için. "Aşk" sözcüğü zaten sözlükte "sarmaşık" demekmiş. Bir sarmaşık çınarları, servileri nasıl sarıp sarmalarsa, aşk da öyle sarıp sarmalarmış çınar gibi yiğitleri, servi boylu dilberleri. Ve her sarmaşık, sardığı ağacı kuruturmuş sonunda. Dıştan yemyeşil ve güzel gösterirmiş ama içten içe kurutur, çürütür, çökertirmiş.
Emânî:
Zehr-i kahrın sor lebin sorma dilâ ağyardan
Nükte-i meşhurdur olur mezâk-ı mâr telh
(O sevgilinin tatlı dudağını değil, âşıklarına ettiği acı işkencelerin haberini sor râkibden ey gönül; meşhûr sözdür, yılan damağı acıdan hoşlanır.)
"Ey Şems-i Tebriz, suskun ol! Sus ki bu bir ilahi sırdır. Ancak şu kadar söylenebilir, dile gelebilir ki, geceleri ve karanlıkları aydınlatan iman mumunun en parlak ve en üstün aydınlığı edeptir."
Mevlâna
Pakistanlı şair Muhammed İkbal, 1932'de Endülüs gezisinde Kurtuba Câmii'ni ziyaret eder. İçindeki Endülüs'ü kelimelere şöyle döker; "Ne hayret vericiydi o Müslümanların devri; medeniyetleri inanılması güç bir efsane gibiydi"