Sözcüğü tam anlamında alırsak, diyebiliriz ki, gerçek demokrasi hiç bir zaman var olmamıştır ve olmayacaktır. Çoğunluğun yönetmesi ve azınlığın yönetilmesi doğal düzene aykırıdır.
Demokrasi yönetimi genel olarak küçük devletlere; aristokrasi yönetimi orta devletlere; monarşi yönetimi de büyük devletlere elverişli gelmektedir. Bu kural doğrudan doğruya ilkeden çıkmaktadır.
Ama kural dışında kalabilecek bir sürü durumu nasıl sayıp dökelim!
Kusursuz yasalarda özel ya da bireysel istemin hiç yeri olmamalı; hükümetin bütününe özgü istemse, her zaman üstün gelmeli ve istemlerin tek temeli olmalıdır.
Öyleyse hükümet nedir? Yurttaşlarla egemen varlığın karşılıklı ilişkilerini sağlamak amacıyla kurulmuş, gerek yasaları yürütmek, gerekse politik ve toplumsal özgürlükleri sürdürmekle görevli, aracı bir bütündür.
Her birey yalnız kendi çıkarına uygun yönetim biçiminden başkasını denemediği için iyi yasaların yüklediği sürekli yoksunluklardan elde edeceği yararları kolay kolay göremez.
Yasacı makineyi bulan mühendistir, kralsa onu kurup işleten bir işçiden başka bir şey değildir. Montesquieu der ki: "Toplumların ilk günlerinde cumhuriyetin başları kurumları kurar, sonra da kurumlar başları yetiştirir".
Her türlü adalet Tanrı'dan gelir; adaletin kaynağı yalnız odur. Ama biz adaleti bu kadar yülsekten almasını bilseydik, ne hükümete ihtiyacımız olurdu, ne de yasalara.
İyi yönetilen bir devlette cezalar azdır. Bunun nedeni bağışlamaların çokluğu değil, suçluların azlığıdır: Çökmekte olan bir devlette suçların çokluğu cezasız kalmalarına yol açar.
İlkeye hangi yönden bakarsak, bakalım, hep aynı sonuca vararız: Yani toplum sözleşmesi yurttaşlar arasında öyle bir eşitlik kurar ki, her kes aynı koşullar altında verdiği sözle bağlanır ve her kesin aynı haklardan yararlanması gerekir.
Bizim politika yazarlarımızın yaptığı hokkabazlığın da bundan pek aşağı kalır yeri yok; toplumun bedenini panayır oyunlarına yaraşan o el çabukluğuyla parçaladıktan sonra bu parçaları bilinmez nasıl bir araya getiriyorlar.