Çocukluğum benim karanlığımdır. Bilinmez korkularımdı. Büyüyünce hallederim, hayatımın rafına kaldırdığım ve bir daha indirmeyi göze alamadığım saklı yükümdür.
Ben pasajın, geçmişim, anılarımla daha rahat baş başa kalmamı sağlayan insansız, şu boş halini daha çok seviyorum. İnsansız mekanlar, insanlı zamanlarını düşündürürken ağızda hüzünlü bir tat bırakır, belki o hüznü seviyorum.
Her insan, kendi olması karşılığında topluma bir bedel öder. Az ya da çok, ama mutlaka bir bedel. Kimse bedelsiz kendi olamaz. Bu bedel çoğu kez yalnızlıktır.
Ben, yaşadıklarını taşıması bilen insanlardan biri olduğumu sanıyorum. Hatırlamak başka şeydir, hatıra sahibi olmak başka. Ben hatıra sahibi olmayı bilenlerdenim. Gerektiğinde, onların başını beklemesini de bilirim. Şimdi hatıralarım karşısında bile yalnızlık çekiyorum.
Gecenin sonunda sizin yalnız, onların bir çift olarak eve dönmesinin, sizin yanlız olduğunuz anlamına gelmediğini, çiftlerin yalnızlığının daha koyu bir yalnızlık olduğunu bilecek kadar çift gördüm ben.
Kadınlar için hem siper, hem sığınaktır mutfak ve her zaman sıcak aile yuvasının içimizi ısıtan sembolü anlamına da gelmez; yaşayan ölüler haline gelmiş kimi kadınların morgudur aynı zamanda. Toprağa verene kadar bekletildikleri yerdir.
Anlamların boşalmasıyla birlikte, bir süre sonra cansızlaşan eşyalar, bütün hayat tasavvurlarını yok edip, geriye hep aynı hiçlik ve boşluk duygusu bırakıyor olmalı. Belkide eşyanın işgalindeki hayatlarda doyumsuzluğu üreten de bu: eşyalar tarafından kuşatılmış hayatların boğuntusunu ancak yeni eşyalarla gidermeye çalışmanın beyhudeliği, sürekli yeniden ve yeniden üretilen bu doyumsuzluk hali, diri tutuyor olmalı tüketim toplumunun hem bunalımını, hem varlık nedenini...