İhtiyarlardan biri gazete okuyan gence sordu:
Üsküp kimin olacak?..
- Sırbistan'ın.
- Ah...
- Ya Selânik?..
- Yunanistan'ın.
- Ah... Ah...
- Ya Edirne?..
- Herhalde Bulgaristan'ın.
- Ah!.. Ah!.. Ah!..
Bunlar, kadınlarda ve zayıf insanlarda olduğu gibi gürültücü ve hüzünlü sızlanmalar değil, sigara dumanıyla birlikte bıyıkların arasından geçerek yaz havası içinde dağılan boğuk ve derin
iç çekişlerdi. Bu ihtiyarların çoğu yetmişini geçkindi.. Çocukluklarında Türk egemenliği, Lika'dan, Kordum'dan İstanbul'a kadar; İstanbul'dan da tâ o uzak ve erişilmez Arabistan'ın çöl-
lerle kaplı belirsiz sınırlarına kadar uzanıyordu. (Türk egemen-
liği demek... Muhammed dininin birleştirdiği yıkılmaz, parçalanmaz büyük bir topluluk demekti. Yeryüzünde müezzinlerin müminleri namaza çağırdıkları bütün yerleri içine alan topraklar demekti.) Bunu çok iyi hatırlıyorlardı. Ama hayatları süresince, Türk egemenliğinin Sırbistan'dan Bosna'ya, Bosna'dan da Sancak'a doğru çekildiğini de hatırlıyorlardı. İşte şimdi de bu egemenlik, gözlerinin önünde, heves ve keyfine bağlı gelgit suları gibi azalmış ve birdenbire gözlerinden uzak yerlere çekilmişti. Ve onlar da sular çekildikten sonra karada kalan su bitkileri gibi... aldatılmış... terkedilmiş, kendi alınyazılarıyla baş başa kalmışlardı