İnsan çevresine bakınca ortalıkta kendinden parçalar görüyor, dedi yanımdaki adam, insan ağır ağır dağılıyor, dedi temmuz sonunda. Soluk alıyor, soluk veriyoruz, sadece hava.
O günlerde yaklaşık yirmi dilde söyleyebildiğim bir cümle vardı: İstasyona nasıl gidebilirim diyebilmek, binip gitmek için yeterliydi. Artık dünyanın bir ucundan diğerine gidiyordum. Çok şey gördüm ve yaşadım ve sanırım şu andan başlayarak anlatacağım hikayeleri daha önce de anlattım; ancak bunların güzel hikayeler olduklarını düşünüyorum ve yeniden anlatacak olmama birinin karşı çıkacağını sanmıyorum, ne var ki şimdi, bu bölümde anlatmayacağım.
Bende değişen bir şey yok, dedim. Ne düşüncelerim ne de düşüncemi kendime saklamış olmaktan duyduğum keyif değişti, bu yüzden hoşçakalın, elveda, dedim. Sonra bambaşka bir yöne gittim.
Bedenimi çevreleyen dış dünyanın içinde olup biten hareketleri gördüm, aynada bu bedenin yüzeyini gördüm, beden yüzeyini; ve de dışarıdan gelen, tenimi delerek ve deliklerden geçerek bedenimin içine giren hareketleri gördüm, itiş kakışlar gördüm, bedenimin çığlığını duydum ve acıyla zonklayan bir şişlik fark ettim, bütün yaşamın bir tür iltihabıydı sanki, sonunda bedenim birkaç yerinden patladı, adeta akıp gidiyordu, pencereden dışarıya akıyor, kaçıyordu, pencerenin önündeki yabancı doğanın içine, sonra da bir kahvehanenin içine aktı bedenim.
İki vücudu tek bir vücut halinde birleştiren iyilik gerçek aşk kadar anlaşılmamış ve o kadar ender olan göksel bir tutkudur. İkisi de güzel ruhların cömertliğidir.
İnsan sevdiğini duyar. Duygu her şeye işler ve mesafeleri aşar. Bir mektup bir ruhtur, konuşan sesin o kadar sadık bir yansımasıdır ki, duyarlı kimseler onu aşkın en değerli hazineleri arasında sayarlar.