Hiç bir ilişki sana istediğin her şeyi veremez. Verdikleri bellidir. Bir insandan istediğin her şeyi ortaya koyar -artık vücut kimyası mı olur,sohbet mi,maddi desteği mi,fikir uyumu mu, iyilik mi sadakat mi ne istersen- ama bunlardan sadece üçünü alabilirsin. Üçten fazlası olmaz. Hadi çok şanslıysan dört. Kalanını başka yerde ararsın. Sana aradıklarının hepsini verecek biri ancak filmlerde olur. Ama film değil bu. Gerçek hayatta,ömrünün kalanını hangi üç özellikle geçirmek istediğini belirleyip bunları başkasında ararsın. Hayat budur işte. Tehlikenin farkında değil misin? Her şeyi bulacağım diye didinirken elindekilerden de olacaksın.
Birtakım şeyler kırılır, bazen kırılanlar onarılır, fakat çoğu durumda fark edersin ki kırılan ne olursa olsun hayat o kaybı telafi etmek için yeniden şekillenir, bazen de muhteşem olur bu şekilleniş.
Fakat içinde bulunduğumuz kendini gerçekleştirme çağında, insanın hayatındaki birinci tercihten başkasıyla yetinmesi iradesizlik olarak görülüyor,ayıplanıyordu. Kaderin sandığın şeye boyun eğmek,onurlu bir hareket olmaktan çıkıp korkaklığa dönüşmüştü bir yerlerde. Mutluluğa ulaşma baskısı bazen zulüm şeklini alıyordu, mutluluk herkesin ulaşabileceği ve ulaşması gereken bir şeymiş de, bu uğurda verilecek en küçük taviz dahi bireyin kendi kabahatiymiş gibi...
Her şey bir yana bizi en çok zorlayan şey "kir" sözcüğüydü. İki dildeki anlamı o kadar farklıydı ki okul denen şeye bakış açımız değişmişti. İşin kötüsü hepimizi yoksul, bazılarımız kirliydik. Ve öğretmen bunu sürekli yüzümüze vururdu: "Kudret ellerin niye bu kadar 'kîr'li, yıkamadan mı geldin?" Cümlede "kîr" geçince büsbütün kafamız karışırdı. Bütün sınıf bana döner,elimdeki "kîr'i görmeye çalışırdı.
Ben de sanki gerçekten elimde "kîr" varmış gibi utanarak masanın altına saklardım. Evet ayakta işerken şeyimi elimle tutuyordum ama öğretmen bunu nasıl anlayabiliyordu bir türlü akıl sır erdiremiyordum. Öyle ki çoğu zaman hiç dokunmadan ayakta işemeye çalışıyor, pantolonuma damlatıyordum. Sınıfta adım "kîr"li Kudret e çıkmıştı. Ne yaparsam yapayım "kîr"den asla kurtulamıyordum. Ya önlüğüm "kîr"liydi ya yüzüm, ya ayaklarım veya saçım. Öğretmene kalsa ben komple "kîr"den ibarettim. Bunu böyle her seferinde uluorta söylemesi de ayrı garabetti. Demek ki okul biraz ahlaksızca bir yerdi. "Kudret! Kalk bakalım doğruca lavaboya, o 'kîr'i çıkarmadan da gelme!" Hey Allahım, ne ıstıraptı benim için.
'Büyük Defter -Kanıt-Üçüncü Yalan' Birbirinin devamı niteliğinde olan kitabı ikinci okuyuşum. Her bir kitapta basit ifadelerle kurulmuş cümlelerin bu kadar anlamlı olmasına çok şaşırdım.
(-Kardeşim olduğunu sana kim söyledi?
- Kimse. Onunla konuştuğunu duydum. Onunla konuşuyorsun, hiçbir yerde ve her yerde o, demek ki ölmüş.
-Hayır ölmedi. Başka bir ülkeye gitti. Geri dönecek
... - Ölenler ile gidenler arasındaki tek fark bu, değil mi? Ölmeyenler geri döner.)
Yazarın kendi yaşadığı sürgün hayatının ve aidiyetsizlik hissinin kasvetli bir biçimde yansıdığı,aşılan sınırların ve sonrasında 'giden' ile 'kalan' ın hikayelerinin anlatıldığı kitap oldukça farklı öğeler barındırıyor.Her bir bölümü nasıl bitiyorsa bitsin beni fazlasıyla üzen bu eser 'Üçüncü Yalan' ile ters köşe etti...
("Evet. En hüzünlü kitaplardan bile daha hüzünlü hayatlar vardır."
"Evet,öyle.Bir kitap ne kadar hüzünlü olursa olsun bir hayat kadar hüzünlü olamaz.")
"Şimdi nasıl davranmalı?"
"Aynı eskiden olduğu gibi. Sabahları uyanmaya, akşamları yatmaya ve yaşamak için gerekli olan şeyleri yapmaya devam etmen gerek."
"Uzun sürecek."
"Belki bütün bir ömür."