Vasiyetlerden, mezarlardan iğrenirim;
Ummam tek gözyaşı bile bu dünyadan ben,
Kargaları canlıyken çağırmak isterim,
Kanlı lokmalar almaya iğrenç bedenimden.
Kederlerim bir ortaçağ şatosu, kartal yuvası gibi, zirveleri bulutların içinde kalmış sarp dağların arasında. Oradan aşağıya gerçekliğin içine uçup avımı yakalıyorum; fakat aşağıda kalmıyorum, avımı eve getiriyorum, bu av, bir resim; ve onu şatomun duvarlarındaki goblenlere işliyorum. Ve sonra bir ölü gibi yaşıyorum. Yaşanılmış olanların topyekûn içine dalıyorum, unutuluşun başlangıcından hatıraların sonsuzluğuna dek. Orada ihtiyar, kır saçlı bir adam gibi, düşünceler içinde oturuyorum ve resimleri anlatıyorum alçak sesle, neredeyse fısıldar gibi, ve yanı başımda küçücük bir çocuk, oturmuş beni dinliyor, daha ben anlatmadan hatırlasa bile her şeyi.
Dinsizdi, özgür sayılırdı belki
ama bağlanması özgürlüğe de
Hiçbir yerde yeterinden çok kalmadı
beklemedi anılar sarnıcının dolmasını
şikâyetsiz yaşadı yaşadığı her günü
yoktu yüreğinde pişmanlıkların izi
pervasız severdi sevince
dövüşmek ancak ona yakışırdı
ona yakışırdı aşklar ve yolculuklar
yoktu bağlandığı herhangi bir şey
bulutlar gibi çekilip giderdi seslerin arasından
Ne zaman yollara düşse biterdi acılar
gül yüzlü sular fışkırırdı toprağın karnından
kavaklarsa oynak bir çingene kızı
her kıpırdanışında açılıverir uzun ince bacakları
Hep yanıldı ve yenilgilere uğradı
ama atıldı yine de yeni serüvenlere
Vakti olmadı acıların hesabını tutmaya
durup beklemeye, geri dönmelere vakti olmadı
Yangınlarla geçti ömrü ve hep yalnızdı
-ki onlar daima birer yalnızdırlar