Her şeye bir son verebilirdi. Yıllardır üstümüze kat kat giydiğimiz kişilerden arınırdık bir bir. Annem, kuzenim, eski iş arkadaşım, abim, teyzem, annesi, ablası, eş dost, konu komşu, hepsini sırayla soyup atardık üstümüzden. Biz kalırdık geriye.
On yıl olmuş. İkimizden biri pes etsin, oyun sona ersin diye bekliyoruz. Hatta can atıyoruz ama yapmıyoruz. Yapamıyoruz. Çünkü kaybolduk. Oyun bitse bile artık kim olduğumuzu hatırlamıyoruz.
Motorlar yaklaşırken, Çavuş askerlerini topladı, "Bana bakın.." dedi. "..Üzerinde durduğumuz, ayağımızı bastığımız yer ata yadigârıdır, vatanımızdır. Ha anamızın ırzı, ha vatanın ırzı. Bu gelenler de ırz düşmanları. Ona göre dövüşeceğiz. Bu ırz düşmanlarını geldiklerine pişman edeceğiz."
Milletimizin tarihine bakınca şunu görüyoruz: Birçok engele, soruna, felakete rağmen, hiç bitmeyen tükenmeyen, kendiliğinden çoğalan bir yaşama kabiliyetimiz var. Devlet yenilse bile millet yenilmiyor. Milletimizin yaşama kabiliyetine güvenin! Bu güven en ümitsiz anda bile size güç verecektir."
M. Kemal'in ve yeni Türkiye'nin saati çalışmaya başlamıştı. Ertesi gün tümeninin bütün subaylarını topladı, dedi ki:
"Bir ordunun ruhu subaylardır. Subay ne kadarsa ordu da o kadardır. Orduyu subay yapar. Askere örnek olun. Kendinizi iyi yetiştirin. Sırf askeri bilgiyle iyi asker olunmaz. Okuyun. Sanata ilgi duyun. Hayata bakın. Düşünen asker olun. Hepinizden askerlerinizin ruhunu, beynini yurt sevgisiyle kararak, bilgiyle donatarak eğitmenizi istiyorum. Gözüm her an üzerinizde olacak! Görevde yanlışlığı bağışlamam, bağışlayamam."
Akşama kadar durmadan yürüdüler. Soğuk usturadan da keskindi. Derin nefes alanın ciğeri yanıyordu. Soğuktan delirenler vardı. Duran donuyordu. Durmak gerekince oldukları yerde zıplamak, sıçramak zorundaydılar. Gücü tükenen yolun kıyısına çekiliyor ve donma öncesi yaşanan tatlı uyuşma içinde buz kesilip kalıyordu. Aç kurt sürüleri yolda kalanları parçalamak için birlikleri izlemekteydi. Son tepeyi aşınca Sarıkamış görünecekti. Rus ileri karakollarını güçlerinin son kırıntısıyla geri atıp tepeyi ele geçirdiler.
"Aaaaaah!"
Sarıkamış haritada gösterildiği gibi tepenin hemen arkasında değildi. Taa ilerde, ufukta, 10 km. uzaktaydı. Arada bembeyaz, ölüm kadar soğuk, hain bir boşluk vardı.
Askerler insanın da doğanın da cefasına alışık Anadolu çocuklarıydı. Ama böyle bir yamanlık hiç yaşamamışlardı. Açlık donmayı kolaylaştırıyordu. Su yoktu. Her ver buza kesmişti. Susuzluğunu kar yiyerek gidermek isteyen büsbütün susuyordu. Bir mola sırasında ayaklarını donmaktan korumak için ağaçlara tırmananların hepsi dallar üzerinde donup kalmıştı.
Biz yalnız bedenlerini değil, ruhlarını ve beyinlerini de çalıştırdık. Kafaları hurafe doluydu. Dinimizin güzel kurallarını açıklayarak kafalarını hurafelerden temizledik. Milletimizin büyüklüğünü, tarihimizin zenginliğini anlattık. Çoğu, vatan, Türkiye, millet, sancak, bağımsızlık gibi sözcükleri ilk kez duydu, ne olduklarını öğrendi. Günümüz kurallarına göre savaşmayı da öğrettik.
Anadolu çocuklarına karavana çok yarıyor.
O gösterişsiz, yoksul, hasta gibi duran köylüler doğruldular, dikildiler, kıvraklaştılar, hızlandılar. Demir gibi imanları ile yeni kazandıkları milli duygu kaynaştı, bilgiyle birleşti, yenilmez, yılmaz bir ruh yarattı. Şimdi askerin öyle babayiğit, öyle kendinden emin, öyle farklı bir duruşu var ki hepimiz iftihar ediyoruz. Tatbikatlarda bir tepeden öbür tepeye rüzgâr gibi koştuklarını görmek insanı heyecanlandırıyor.
Evelallah sömürgecileri yeneceğiz."
Yüzyıllardır bir şeyleri birbirine ekleyip kenetleyerek, bulup buluşturarak, yapıp yakıştırarak yaşamışlardı. Keşke devlet zengin, toplum gelişmiş olsa, bu dilenci buluşlarına, bu fukara çözümlerine gerek kalmasaydı. Yurtlarını Kanuni döneminde olduğu gibi kendi işliklerinin ürünü toplarla, tüfeklerle, kendi tersanelerinde yapılmış gemilerle savunabilselerdi.