Ben onundum, o benim.
Yüzümün her santimini öptü. Dokunup gerçekliğinden emin olduğu her yeri. Ardından beni kollarına aldı.
Bu gerçekti.
Gerçeğe dokunmak paha biçilemezdi.
Gerçekler her zaman acıtmak zorunda değildi.
"Aşk kör olsaydı,en çok gece yakışırdı ona ..." derken sözünü kestim şaşkınlıkla.
"Onur ne şiiri, isim istiyorum!" Fakat o şiiri okumaya devam etti.
"Gel ey soylu gece,ey karalara bürünmüş anne,
Gel öğret bana nasıl kaybedilir..."
Anlamıştım... Tam o an tüylerimin diken diken olduğu o saniye sol gözümden akan bir damla yaşla Onur'un ela gözlerine bakıyordum.Onur da dolu gözüyle bir kez daha tekrar etti aynı cümleyi.
"Gel gece..." dedi elini karnıma koyarak,"Gel, öğret bize...Nasıl kazanılır..."
"Gece..." diye bir fısıltı çıktı dudaklarimin arasından.Onur başını salladı sessizce.
"Gece..." diye tekrar ettim bir kez daha ismin güzelliğine inanamayarak.
"Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir krallık varmış. Bu krallığın kralı, kızı olan prensese çok kötü davranırmış. Ony bir gün sarayın en tepesine hapsetmiş. Sonra karşı krallığın prensi ,prensesi kurtarmak için dağları aşmış, gelmiş .Gökteki aydan başka hiçbir şey yol göstermemiş ona.Sarayi bir çırpıda tırmanıp prensesin odasına girmiş. 'Seni kurtarmaya geldim !'demiş.'Neden?' demiş prenses mutluluk gözyaşları içinde 'Çünkü...' demiş prens,'Çünkü Juliet ,Romeo 'nundur..."