Demek hayat böyle iki adım ilerisi bile görülmeyen sisli ve yalpalı bir denizdi. Tesadüflerin oyuncağı olacak olduktan sonra ne diye bir irademiz vardı ki? Kullanmadıktan sonra göğsümüzü dolduran hisler ve kafamızda kimildayan düşünceler neye yarardı? Yaşayışımiza ve etrafımıza şekil vermek arzusuyla dünyaya gelmekten ise hayatın ve muhitin verdiği şekli kolayca alacak kadar boş ve yumuşak olmak daha rahat, daha makul değil miydi?
Bugün annem dayanamadı; ne yazdığımı sordu. Ona nasıl anlatsam? Bütün hayatımı birlikte geçirdiğim ve beni gerçekten seven bu insana hiç bir şey anlatamamak ne kötü. Ondan farklı gelişmeye ne zaman başladım? Bu ayrılık nasıl doğdu? Hiç anlamıyorum. Bir gün baktım, iki yabancı olarak yaşıyoruz aynı evde. Aslında kimseye bahsetmedim kendimden. Istemiyorum da.
Yalnız bu masum kelimeler bir araya gelince, içinden çıkılmaz ağlar örüyorlar. Üstelik, kelimeler karşısındaki çaresizliklerine üzülmüyor insanlar. Bu kusurlarını önemsemiyorlar benim gibi; onu bunu çekiştirip teselli aramıyorlar.
Bana bir yığın kitap aldırdı. Sattığımız kitapların parasıyla bana bir yığın kitap verdi, okuyayım diye. Bana, hemen okumalısın, yetişmelisin, diyordu. Bana, bildiğim, tanıdığım güzellikleri sen de öğrenmelisin, diyordu. Ne olur benim gibi okuyun, her dedikoduya kulak kabartmayın. Benim gibi okusaydiniz kirli sokakları, yosunlu duvarları, çarpık taşlı binaları severdiniz. Tanışmadan severdiniz insanları, onları birbirine benzemedikleri halde bir yanlarıyla derinde bir yerde aynı olduklarını görürdünüz.