Üçümüz de on yedi yaşımızda idik. Üçümüz de güçlü, zorlu bahadırlar olmuştuk. Kavgada boyumuzu ölçmüş, kendimizi göstermiştik. Üçümüzün de damarlarımızdan akan kan asil Türk kanı idi.
Temuçin sesini dikleştirerek söze girişti, öyle güzel konuştu ki laflarının biriciği hâlâ kulağımdan çıkmıyor.
“Hey yavuz Türk Başbuğları!
Ben yenildiğim zaman siz beni bırakmadınız, o açık alınlarınızı yere eğmediniz, hep göklere doğru kaldırdınız.
Ey taş altından çıkan elmaslar gibi yürekleri lekesiz Türk oymakları... Siz benim yıldızıma inandınız, özünüzü bana bağladınız... Bugün giriştiğim bu yüce işte beni yalnız bırakmadınız, ardımdan koşup geldiniz..
Bu bayrağı açtım ki Türk ününü yedi çevreye eriştirelim. Karanlıkları aydınlatalım!..
İsterim ki size bundan sonra 'Gök Moğol' diye ad koysunlar.
Dilerim ki sizler yeryüzündeki hanlıkların hepsinden daha yüce hanlıklar kurasınız.”
Gökçe, kara tuğu yerden alarak Temuçin’e verdi. Temuçin de tuğu bütün uluslar önünde üç kere salladı. Daha tuğ elinde iken ortalığı bir bağrışmadır kapladı:
“Gök bayrak, Gök bayrak!.. Yavuz kişiler!..”