İçime attığım kar taneleri kadar küçük şeylerin zamanla önünde durulmaz bir çığa dönüşebileceğini öğrendim. Oysa bir dağın zirvesine düşen ufacık kar taneleri gibiydi hepsi... Zamanla yuvarlanıp döndüler içimde, büyüdüler ve kocaman bir çığa dönüştüler.
Meğer her şeyi içine atmak bir felaketmiş...
Çünkü içine attıklarının altında ezilir, yorulurmuş insan.
Sen benim içime attığım her şeysin. Çocukluğum, gençliğim, alınganlığım, pişmanlığım, umudum... Sen benim hissettiklerimsin... Sen, bir daha hissedemeyeceğim tek şeysin...
Ne olurdu karşımda dursaydın şimdi? Sımsıkı sarılabilseydim boynuna, kokunu içime çekerek ağlayabilseydim omzunda... Ne olurdu küçücük bir ihtimal daha olsaydı? Keşke bunları sana söyleyebilmenin başka bir yolunu bulabilseydim.
Ne yazık ki bu mümkün değil!
İçimden bir çığlık gibi kopup gidiyor hissettiklerim... Umarım duyarsın beni, umarım hissedersin kalbimden geçenleri...
Günümüz kalabalıklar içersinde yalnız kalınan bu çağda insanın içinden çıkamadığı ve aşamadığı ruhsal sorunlarla nasıl başedebileceğini ve insan iç yolculuğunda atması gereken her bir adımı nasıl kullanması gerektiğini anlatan müthiş bir kitap... Yazarın alışık olduğum mükemmel betimlemeleri bu kitabında da devam ediyor. Ayrıca çıkmaz denen sokağa girdiğini düşündüğün an açılan yeni bir pencere ile manzaranın gördüğümüzden ibaret olmadığını gösteriyor bize... Mustafa Ulusoy klasikleri demekten başka yorum yapamıyorum... iyi okumalar
“Sevgili Dost,
Herkesin seviyormuş gibi yaptığı, ancak sevginin ne olduğunu pek az kimsenin bildiği bir zamanda yaşıyoruz. Belki de bütün zamanlar böyleydi.”
Asıl ‘ben’, otuz beş seneye yaklaşan ömrümde, ancak üç dört ay kadar yaşamış, sonra, benimle alakası olmayan manasız bir hüviyetin derinliklerine gömülüp kalmıştım.
Mesela neden senin odanda duran, sen sandalyende ya da çalışma masanda otururken, uzanırken ya da uyurken seni bütünüyle gören mutlu bir dolap değilim? Neden değilim?