İnsan insanın sadece anlayışına muhtaç. Çünkü insan, yaşarken anlaşılmalıdır. Hani Camus demişti ya; İnsanlar gösterdiğiniz nedenlere, içtenliğinize ve acılarınızın ağırlığına ancak siz öldüğünüzde inanırlar. Hayatta olduğunuz sürece durumunuz kuşkuludur. Oğuz Atay bunun için; Beni hemen anlamalısın çünkü ben kitap değilim, öldükten sonra beni kimse okuyamaz.
Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır,
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor,
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
Sende tattım yemişlerin cümlesini.
Desem ki sen benim için,
Hava kadar lazım,
Ekmek kadar
Bir gün seni, kapkaranlık bir gecenin ortasında bırakıp gidecek herkes. Birisi seni göğsünden feci yaralayacak, ardından her gün ziyaretine gelecek ölmüş müsün diye. Ölmeyecek yaşayacaksın. Kırıldığın yerden keskinleşeceksin. Kırıldıkça keskinleşen sadece kendini keser, bilirsin.
Kendini ve sana seni iyi hissettireni çok sev. Düş, kalk, yorul, dinlen, ağla, gül. Hayat böyle bir yer alış buna. En zor gecelerin sabahı oldu, anımsa. En üşüdüğün o sokaktan çıkıp eve gidebildin.
Üzerimde bir yorgunluk var; bedensel bitkinlikten çok, duygusal bir yorgunluğa benziyor. Çalışırken kayboluyor ama yalnız kalınca yeniden depreşiyor. Sanırım yaşamımın en kötü dönemini geçiriyorum.
Daha önceki kavgalarımızda da böyle olurdu; her seferinde Sevim gözyaşlarını tutamaz, ben de onun yüzünü ellerimle kurular, sonra da tutkulu bir sevişmeyle barışırdık. Ama bu gece sevişmeyi istemiyordum.