“Bazıları kendini düzeltir , bazıları kendini düzeltiyormuş gibi yapar , bazıları hiçbir zaman geri dönmez , bazıları daha başlamadan pısar kalır ve bazıları da yönlerinde bir değişiklik yapmaktan korktuklarından , kendilerini hayat boyu yanlış bir hayat yaşarken bulurlar.”
"Benden bu kadar çok mu hoşlanıyorsun Elio?"
"Senden hoşlanıyor muyum?" Kulaklarına inanamayan biri gibi görünmek istemiştim, böyle bir şeyden nasıl kuşkulanabildiğini soruyormuşum gibi. Ama sonra bir daha düşününce yanıtımın tonunu, Kesinlikle anlamına gelecek, kaçamak bir belki ile yumuşatma noktasında olduğumu görüp dilimi serbest bıraktım "Senden hoşlanıyor muyum Oliver? Sana tapıyorum ben." İşte, söylemiştim. Sözcüğün onu sarsmasını istiyordum, suratına tokat gibi inmeliydi ki hemen ardından, en baştan çıkarıcı okşamalar gelebilmeliydi. Hoşlanmak nedir ki, tapmaktan söz ediyorken? Fakat aynı zamanda, kullandığım fiil, bize vurulan kişinin değil, en yakın arkadaşımızın bizi bir kenara çekip Bak, bilmen lazım, falanca sana tapıyor demesindeki gayet ikna edici nakavt yumruğunu taşısın istemiştim. "Tapmak" bir insanın böyle bir durumda söylemeye cesaret edeceğinden daha çok şey söylüyordu sanki; ama bu, bulabildiğim en güvenli ve en karanlık şeydi. Gerçeği içimden çıkarma isteğime saygı göstermiş ve bir taraftan da fazla ileri gitmiş olmam halinde derhal geri çekilebilecek bir delik bulmuştum.
tesadüfen o sırada gelse, aynada kendi yüzüme karşı bile söyleyemediğim şeyleri mırıldanıyor olacağımı, buna hiç aldırmayacağımı, bunda hiçbir sakınca görmeyeceğimi... bırak öğrensin, bırak görsün, bırak hüküm versin isterse... dünyaya söylemeye sadece... şu anda benim için dünya sen olsan bile, gözlerinde dehşete kapılmış, aşağılama dolu bir dünya duruyor olsa bile.
Bunca zamandır kafamın içinde olan şey şimdi gerçek dünyaya açılacak, artık ebedi belirsizlikler diyarımda yüzmeyecekti. Bir dövme salonuna giren ve bomboş, çıplak sol omzuna son bir kez uzun uzun bakan biri gibi hissediyordum kendimi.
Senin'in, tıpkı Daha sonra! gibi, bendeki arzuların, onun her şeyinin samimi kendiliğindenliğinin yanında ne kadar sapkın ve gizli kaldığını hatırlatan, hazırlıksız, törensiz bir al, yakala gibi bir niteliği vardı.
Hayatımda hiç bu kadar mutlu olmamıştım. Hiçbir şey ters gitmiyor, her şey istediğim gibi oluyor, bütün kapılar çıt diye birer birer açılıyordu ve hayat bundan daha parlak olamazdı: Tam bana doğru parlıyordu ve bisikletimi sağa ya da sola döndürdüğümde yahut onun ışığından kaçmaya çalıştığımda, sahnedeki bir aktörü takip eder gibi takip ediyordu beni. Oliver'ı müthiş arzuluyordum ama kolaylıkla onsuz da yaşayabilirdim ve iki ihtimal de güzeldi.
Arzunun kapakçıkları zaman tünelleri ve gizli bölmeleri olan, adına kimlik dedigimiz çekmeceleri gibi, kalbin odacıkları da aldatıcı bir mantık paylaşırlar; gerçek yaşamla yaşanmamış yaşam arasındaki olduğumuz kişiyle olmak istediğimiz kişi arasındaki en kısa mesafe...